Penis Değil, Fallus! (Oedipus Karmaşası 60)
Erdoğan Özmen

Gece gündüz onu düşünüyordum; daha doğrusu başka bir şey düşünemez olmuştum ya da ilk kez olarak düşünecek bir şeyim vardı, en doğrusu, şimdiye dek bir şey düşünmek mümkün olmamıştı, çünkü bir kere, düşünecek şeyler yoktu, ayrıca onları düşündürecek izleri yoktu, ama artık bu işaret var olduğundan beri, düşünmek isteyene, düşüneceği bir işaret vardı ve orada o, işaret, düşünülebilecek bir şey olduğundan düşünülen şeyin, yani kendi kendinin de işaretiydi.

                                                                         Italo Calvino, Bütün Kozmokomik Öyküler

Psikanalitik teori ve kliniğin temel bir özelliği gözden kaçırılırsa, tüm bu kavram ve yapılar oldukça tuhaf görünebilir. Ne demektir örneğin çocuğun (anne için) imgesel fallus olmak istemesi? Söz konusu kavramların öncelikle ne tür bir bağlamda düşünüldüğü ve  üretildiği önemli demek ki: Dosdoğru/dümdüz bir gelişim çizgisinin varlığını ne teorik bir pozisyon ne de klinik bir olgu olarak savunur psikanaliz.  Psikanalitik teorinin tüm kavram ve yapıları klinikte ve yetişkinlerin analizi sayesinde, demek ki geri dönüşlü olarak inşa edilmiştir. Şimdiki zamanda ortaya çıkan semptomun analiz edilmesi, onun taşıdığı hakikatin geri dönüşlü tarzda anlaşılması ve inşa edilmesi demektir bu. Bu anlamda psikanaliz için aslolan, sanıldığı gibi geçmişin belirleyiciliği, kronolojik zaman ve doğrusal/çizgisel bir gelişimden ziyade gelecektir. Gelecek ufkuyla ve geleceğin terimleriyle konuşur, çalışır, işlevsel olur psikanaliz.     

Günümüzde oldukça yaygın bir durum olan depresyonu düşünelim örneğin: hayata karşı derin bir ilgisizlik ve isteksizlik, umutsuzluk, keder, yorgunluk, atalet, yapma-etme kudretinin kaybı, uyku, iştah ve konsantrasyonda düzensizlik ve güçlük gibi belirtilerle ortaya çıkan ve seyreden depresyon, imgesel özdeşleşme kanallarımızın tıkanması, kendimizin sevilen ve değerli biri olarak temsilini sağlayan benlik imgemizin parçalanmasıyla tetiklenmez mi aslında? İçinde kendi kendimize hoş göründüğümüz imgenin, olmak ve görünmek istediğimiz şeyi temsil eden imgenin alt üst olması, onun sorgulanır ve sürdürülemez hale gelmesi ve bizim için bir çıpa ve referans noktası olmaktan çıkmasıyla, çocuğun oldukça erken bir dönemde ne ise o olarak değil de kendindeki belli bir imge yüzünden, annenin eksikliğini ikame eden kendindeki (kusurlu) bir ’fazlalık’ yüzünden sevildiğini algılaması/idraki arasındaki bariz bir kısa devre değil midir yürürlükte olan şey? Günümüz toplumunun tüm sevgi bağlarını, dayanışma, işbirliği ve kardeşlik zemin ve ilişkilerini ortadan kaldırarak, kendimizi bir kolektifin ve ortak kamusal yararın özneleri olarak konumlandırma imkanlarını yok ederek her birimizi aç gözlü, birbiriyle kıyasıya rekabet eden, bir türlü tatmin olmayan tüketici ve enerji ünitelerine, yalnızca kendi çıkarlarını azami kılmanın peşindeki izole/yalnız performans bireylerine indirgeyen vahşi işleyişinin iç dünyalarımızda temas ederek edimselleştirdiği, kısa devre yaptığı bir “töz”ün mevcudiyeti ve kırılganlıkları yüzündendir ki biraz da, içimizden bazıları depresyonun karanlığına gömülebiliyor.                

                                                        ***        

Lacan’ın psikanalitik teoriye önemli katkılarından birisi budur demek ki: Teorik açıdan önemli olan, yani ödipal karmaşa, çocuğun gelişimi ya da cinsel farklılığın kuruluşu, böylece simgesel düzene girme ve orada kadın ve erkek olarak yer alma süreçlerinde söz konusu olan şey erkek cinsel organı (penis) değil fallustur. Kadınlık/erkeklik, cinsel farkın ortaya çıkışı, kendi cinsiyetini edinme ve bu süreçleri kat eden dürtü oluşumları  psikanalitik teorinin tam merkezinde yer aldığı ölçüde oldukça önemli bir meseledir bu.

Buna göre, biyolojik cinsel organın (penisin) her iki cinsiyetten çocuğun fantazi dünyasında oynadığı rol, yerine getirdiği imgesel ve simgesel işlevlerdir önemli olan. Öncelikle şu vardır demek ki: Artık bir fallusa sahip olup olmamak değildir mesele, cinsiyetten bağımsız olarak bizzat fallus olmayı istemektir.

“Sevgi ve ilgi/bakım arayışındaki çocuk, ebeveynlerinin ilgi duyduğu tek nesne olmadığı olgusuyla er ya da geç yüzleşir. Ebeveynlerinin pek çok - ve kuşkusuz türlü türlü— ilgi nesnesinin hepsinde ortak olan tek bir şey vardır: Ebeveynlerin ilgisini/dikkatini çocuktan uzaklaştırırlar. Ebeveynin ilgisi/dikkati çocuğun dünyasındaki en değerli şeydir: deyim yerindeyse diğer tüm değerlerin tartıya vurulduğu altın standarttır. O ilgi/dikkati çocuktan uzaklaştıran tüm nesne ve aktiviteler başka türlü asla sahip olamayacakları bir önem kazanır. Sürpriz olmayan bir biçimde, tek bir gösteren ebeveynlerin arzusunun çocuğun ötesine geçen bu kısmını (ve haliyle, genel olarak arzularını) göstermeye/imlemeye (signify) başlar. Lacan bu göstereni “arzunun göstereni” olarak tanımlar, dahası -“insanın arzusu Ötekinin arzusudur” daki gibi- aynı gösteren “Ötekinin arzusunun göstereni” olarak da tanımlanabilir. Bu gösteren, arzulamaya değer olanın, arzulanabilir olanın gösterenidir.”[1]    

Demek ki çocuk, gelişiminin belli bir noktasında, bilişsel kapasitelerinin belli bir olgunluk seviyesine ulaşmasıyla, anne-Ötekiyle ve onun dikkatini çeken/dağıtan nesneyle, ve annenin ve o şeyin arzularıyla ilişkili olarak kendinin kim olduğu sorusuyla karşı karşıya kalır. Bu bağlamda çocuğun, annenin arzusunu, ilgi ve dikkatini tümüyle ve yalnızca kendine yöneltmesi amacıyla (annenin arzusunun nesnesi olarak algıladığı) fallus olma arzusundan söz etmiştik.

Bu erken çocukluk zamanları anne ve çocuğun bir tür ortak-yaşam (symbiosis) içinde olduğu, annenin daima mevcut halde bulunduğu zamanlardır. Psikanalitik teoride üzerinde çok düşünülmüş bir evredir bu. Çocuğun kendiyle anne arasındaki sınırları ve ayrımı tam olarak oluşturamadığı, belki de ikisinin oluşturduğu simbiyotik bütün yüzünden  annenin tüm-güçlü (omnipotent) olarak, demek ki eksiği olmayan ve tam olarak göründüğü bir evre. Başlangıçta fiziken ve kendiliğinden var olan neredeyse bir ve tek olma hali yavaşça ve mecburen kaybedilecek, bebeğin bakışı aynı birlik/bütünlük hissi için annenin ilgisine/dikkatine yönelecektir. “Diğer tüm değerlerin ölçüsü olan o altın standart”ın, annenin bakışının istikrarsız ve dalgalı hali bir kırılma noktasıdır: “Ne istiyorsun/Arzuladığın nedir?” (“Che vuoi?”) sorusunun ortaya çıktığı nokta. Annenin arzusunun biricik nesnesi değildir demek ki. Anne de eksikli/arzulayan biridir. Söz konusu bilmecemsi arzuyu tümüyle tatmin eden başka bir nesne olmalıdır. Çocuğun fallus olma çabası/isteğinin amacı önceki anne/çocuk birliğinin imgesel simbiyotik mutluluğuna kavuşmak, o eksiksiz tatmini geri kazanmaktır. Şöyle söylenebilir demek ki: Her iki cinsiyetten çocuğun fallus olma isteği, annenin arzusunun muammasına, arzunun boşluğuyla karşılaşmanın yarattığı müşkülata yönelik bir çözüm, bir yanıt olarak anlaşılmalıdır.  


[1] B.Fink, The Lacanian Subject, Princeton Uni.Press, 1995, s. 101-02 (Türkçesi: Lacancı Özne, çev. Kemal Güleç. Encore Yayınları, 2020)