Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’den, özellikle de 2015’ten sonra “reform” veya “hukuki düzenleme” etiketiyle yaptırdığı her hamlenin Cumhuriyet’ten beri bu ülkenin modern-uygar ve demokratik bir toplum olma yolunda oluşturabildiği ne varsa hepsini sırayla tahrip etmenin bir adımı olduğunu yeterinden fazla gördük. Bu trendin geldiği noktada bu ülke devleti, kâğıt üstündeki tarifinde yer alan “sosyal”, “hukuk”, “laik” ve “demokratik” gibi sıfatları bazı kalıntılara indirgenmiş, güvencesini verdiği hak ve özgürlükleri keyfileştirmiş ve neredeyse çıplak bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret hale gelmiş olduğu gibi; bu enkazın yanı sıra toplum da parçalara ayrıştırılmış, kendilerine memleketin sahibi/efendisi unvanı verilmiş –yerli ve milli– AKP-MHP seçmenleri ile böyle sayılmayanlar arasında Ortaçağ’a özgü bir hiyerarşinin epeydir fiilen yürürlükte olduğu bir “düzen” ortaya çıkmıştır.
Hal ve gidişat böyleyken Erdoğan’ın geçen Kasım ayında “hukuk reform” lafını ortaya atıp, Aralık’ta ardından Ocak başlarında “hazırlıkların tamamlanmak üzere olup yakında açıklanacağını” söyledikten sonra birden bire “yeni bir Anayasa” girişimi başlatmasının amacı ve gerekçesi ne olabilir?
Yukarıda işaret edilen trend dikkate alınırsa, Erdoğan’ın bu “el yükseltmesi” bir adım daha atmak yerine bir sıçrama yapmaya niyetli, hatta kararlı olduğu anlamına gelir. Amacı ve muhtemel gerekçelerini daha sonraya bırakarak şunu peşinen söyleyelim ki; geldiğimiz eşikte o “sıçrama” herhalde Anayasa metnine “Türkiye devletinin dini İslâm’dır’ ibaresinin bir biçimde sokulması ile yapılabilir.
Erdoğan açısından böylesi bir girişimin gerekçeleri, amacından daha önemli, daha ön planda gözüküyor olmalıdır. Bir diğer ifadeyle bu girişimini sonucuna vardırmaktan çok onun tartışılmasıyla oluşacak gayet gerilimli havaya, körükleyeceği keskin kutuplaştırmaya ihtiyacı var. Ve bu ihtiyacın büyüklüğü ve acilliği nedeniyle; şimdiye kadarki kutuplaştırma hamlelerinde karşıtlarını örtük veya dolaylı biçimde din dışı, dine aykırı olmakla itham etme tavrına “eşik atlatarak”; onları Müslüman olmamakla yaftalamanın ortamını oluşturmayı kurguluyor olmalıdır.
Çünkü 2019 mahalli seçimlerinde açıkça görülen “Cumhur ittifakı” tabanındaki erimeyi durdurmak için o zamandan beri yapılan hamleler sonuç vermediği gibi, hemen tamamı “dışarda ne kadar güçlü olduğumuz” izlenimi vermeye ve bunu içerde oy devşirmek için kullanmaya matuf o hamlelerin ya kofluğu belli olmaya başlamış ya da muhataplarının bedelini ödetme girişimleri karşısında mecburen gerileyerek “taban”ın zihninde soru işaretlerinin doğmasına yol açılmıştır. Bu sorular “pandemi süreci”nin yönetimindeki öngörü yoksunluğu, keyfilik ve beceriksizliklerle katmerlenmiş ve bu da “taban”ın sayısal desteğinin değilse bile sadakat duygusunun bariz biçimde gevşemesine kapı açmıştır.
Tabandaki bu kayganlaşma ekonomideki sıkıntıların ağırlaşacağı, dışarıda ABD ve AB ile ilişkilerin zorlaşacağı önümüzdeki aylarda, AKP-MHP iktidarını –elindeki tüm baskı ve şiddet araçlarına rağmen– yıllardır sahip olduğu “gündemi belirleme” kozunu kaybettiği takdirde ayakta kalamayacağı bir sarsıntı sürecine iter. Dolayısıyla bu gevşemeyi sertleştirmeye dönüştürmenin yanı sıra “kaçış”ları da önlemenin ve ayrıca yeni iltihak kanalları açılmasının yolu mutlaka bulunmalıdır.
O nedenle Ocak ayı ortalarından itibaren iktidar ortaklarından MHP kendi tabanındaki erimenin ve kaçışların yöneldiği İYİ Parti ve Gelecek Partisi’ne karşı meşrebine uygun “uyarı”lar yapmaya, pusular tertiplemeye veya özendirmeye girişirken; AKP de Sünni muhafazakâr kitleyi kendi etrafında toparlamak için harekete geçti. Ancak bu iki farklı kanaldan faaliyeti birbirine kenetleyecek ve aynı zamanda gevşemeleri sertleşmeye dönüştürecek bir tutkal da gerekiyordu. Bu elbette din olacaktı ama istenilen sonuç için aşırı keskinleştirilmiş bir “sürüm”ü gerekiyordu. Cumhuriyet’in 100. yılına hazırlanılıyorken Cumhuriyet’in ilk (1921 ve 1924) anayasalarında yer alan “devletin dini İslâm’dır” maddesini yeniden yürürlüğe koyma kararlılığının ilan edilmesi pekâlâ bu gereksinimi karşılayabilirdi.
Öyle tahmin ediyoruz ki, MHP’nin haliyle asıl olarak AKP kadrolarının inisiyatifinde yürütülecek böylesi bir kampanyada geri planda hatta bağımlı konumda kalacağından ötürü tereddütlü oluşu, resmen ilanını geciktiriyor. Ancak önümüzdeki günlerde ya MHP’nin tereddütleri giderilerek ya da AKP tarafından bir oldu-bittiye getirilerek veya adı resmen konulmayarak “devlet İslâm’ındır” temasını odağına almış, buna itiraz eden her laiklik savunucusunu İslâmofobiyle, dahası İslam düşmanlığı ya da mürtedlikle suçlayacak bir kampanyanın başlatılması çok büyük bir ihtimaldir. Bu suçlamalar ABD ve AB talepleri gündeme geldiğinde içerik ve gerekçelerinden dikkatleri saptırıp yaftalanabilmelerini mümkün kılacağı için de kullanışlı olacaktır. Ayrıca AKP-MHP rejimine yönelik her tür eleştirinin bu suçlamalarla bağlantısını kurdurtacak psikolojinin –her ikisinin de düçar olduğu aşağılık kompleksinin– ittifakın harcındakı asli payı dikkate alınırsa bu kanalın tamamen açılacağı da kestirilebilir.
Nitekim Boğaziçi olayı bunun gayet uyarıcı bir örneği ve “prova”sı oldu. Suçlama kanalı bahane bile sayılamayacak bir şeyden bir “din düşmanlığı, dine hakaret” argümanı türetilerek o aşağılık kompleksinin hemen tüm tezahürlerinin fışkırtıldığı kanal açılıverdi. Erdoğan, kimseye eliyle bile dokunmayan, buna mukabil coplarla dövülüp ite kaka sürüklenerek nezaretlere atılan Boğaziçi’nin parıltılı gençlerine “terörist” diyebilmekten çekinmedi. Bahçeli de bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermekte gecikmedi: Boğaziçi öğrencilerini “vandal-barbar” ve “gözlerini kan ve nefret bürümüş” diye niteleyebildi. Sicili pusularla, bomba tuzaklarıyla, boğarak adam öldürmelerle yüklü bir hareketin başında olan birinin o tür sıfatları kullanırken kendini tarif ediyormuş izlenimi yaratacağından dolayı çekineceği sanılır ama anlaşılan Bahçeli kompleksini gemleyememiş. Liseyi bitirdiklerinde yetenek, (kurnazlık değil) zekâ ve zihinsel donanımlarıyla Boğaziçi’ne girmeyi hayal bile edemediklerini tahmin ettiğimiz kimselerin şimdi böyle bir üniversiteye rektör atayabilecek statüde olmaları ülkenin düştüğü durumun acıklı bir göstergesi olduğu kadar aynı zamanda da bu ikilinin Boğaziçi’ne karşı sergiledikleri ölçü tanımaz huşunetin ta o dönemlerden beslenen kompleksin dışavurumu olduğu da not edilmelidir. Ayrıca Erdoğan o kompleksinin bir diğer yüzünün nesnesi, “hedefi” olan Osman Kavala’ya ilişkin kin ve hasedini Osman’ın eşi Ayşe Buğra’nın Boğaziçi’nde öğretim üyesi olmasını fırsat bilip bir kez daha sergilemeyi de ihmal etmedi. Ama, zihni donanımının derinliği kadar imrenilesi nezaketiyle de bilinen Ayşe Buğra’ya provokatör diyebilmenin değeri ve hükmü ne olabilir ki?
AKP-MHP bloku, bu kampanyayı yeni vesilelerle takviye ederek ve son iki yüz yıldır Sünni “hassasiyetler”in mücavir alanından gelip ahlaki, yapıcı ve iyicil ögeleri iteleyerek odağına yerleşmekte olan ilkel güdü ve –kindarlık,haset gibi– duyguların körüklendiği bir din adına seferberlik havasının giderek güçlenmesinden medet umacak noktadadır. Bu kampanya karşısında savunmacı bir reflekse kapılmak, “İslâm’a, onun hassasiyetlerine saygılıyız” hattının arkasına sığınmak değil tam tersine o kampanyayla üzerinin örtülmesine çalışılan gerçek sorunları,AKP-MHP blokunun eseri olan enkazın bütün boyutlarını,özellikle manevi sefalet halini, ülkenin yapıcı, yaratıcı potansiyelini nasıl tahrip ettiklerini layıkıyla teşhir ederek inisiyatifi ele geçirmenin yol ve araçlarına odaklanılmalıdır. Boğaziçi olayı vesilesiyle ülke gençliğinin bu konulara ilişkin duyarlılığının canlanmış oluşu gayet verimli bir çıkış, başlangıç noktası olabilir.