AKP lideri Erdoğan geçtiğimiz günlerde “belki de ülkemizde yeni bir anayasa tartışması başlamalıdır" diyerek bir gündem oluşturmaya çalıştı. Bu girişim, demokratikleşme, sivil siyasetin kurumsallaşması gibi gündemleri olan eski “eksik demokrasi” Türkiye’sinde genel kabul gören bir sorun alanına bir kez daha el atma girişimini ifade etti. Zira Türkiye demokrasisinin anayasaları darbe yönetimleri tarafından yapılmıştı ve bu durum anayasaların içeriksel sorunları kadar siyaset sınıfının oyunun kurallarını belirleyememiş olması bakımından bir handikaptı. Tabii ki, Erdoğan bu meseleye geçmişte el attıklarını fakat diğerleri gibi bu “sorun çözücü” girişimlerinin de CHP’nin olumsuz tavrı nedeniyle akamete uğradığı iddiasını tekrar etti. Erdoğan aynı konuşmasında Anayasa çalışmasının milletin gözü önünde ve tüm temsilcilerinin katılımı ile olması gerektiğini belirttikten sonra müttefiki MHP ile bir anlayış birliğine varmaları halinde yeni anayasa için harekete geçebileceklerini ekledi.
Türkiye’nin herhangi bir meselesinin AKP liderliği nezdinde ancak bir kullanım değeri olduğu, dolayısıyla AKP liderliğinin bir meseleyi sürdürme, sündürme veya “çözme” tercihlerini ve “çözüm” biçimlerini belirleyen temel, hatta tek hususun elde edeceği siyasi fayda olduğu artık tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde kesinleşmiş durumda. Kamu, kamu yararı, kamusal alan gibi kamuyla alakalı hemen her kavram ve değerin anlamından boşalması, bu aşırı faydacı siyasal aklın hâkimiyetinin göstergesi olarak değerlendirilebilir.
AKP’nin Türkiye’nin anayasa meselesi ile ilişkisi de böyle faydacı bir ilişki oldu ve sivil siyasetin anayasa yapmasının siyasi ve sembolik önemini suiistimal etti. 2011 seçiminden sonra bir sivil toplum seferberliğinin ardından Meclis’teki bütün partilerin eşit sayıda üye ile katılımıyla bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu ve bu komisyon çeşitli sivil toplum örgütlerinin görüşlerini de alarak Meclis Başkanı’nın koordinasyonu altında uzunca bir süre çalıştı. AKP liderliğinin mutlaka gerçekleştirilmelidir dediği hükümet sistemi değişikliği (başkanlık sistemi) önerisinin komisyonun AKP’li olmayan üyeleri tarafından kabul görmemesi üzerine sivil anayasa yapma meselesi, sivil anayasayı yapamamanın sorumluluğu kime yıkılacak meselesi haline geldi. Komisyonun çalışmalarını hükümet sistemi değişikliğindeki ısrarı tıkamış olmasına rağmen AKP, madem anayasayı baştan sona yazamıyoruz, o zaman hiç değilse Komisyon’un üzerinde anlaştığı 60 maddeyi değiştirelim türünden pozitif bir mesajla Komisyon’dan çekildi. Nihayetinde Komisyon çalışma süresi boyunca AKP’nin hükümet sistemini “mutlaka” değiştirme gündemini örtmesine ve demokratikleşme gündemi varmış algısı oluşturmasına hizmet etti.
Mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiği ilan edilmiş olan hükümet sistemi değişikliği, 15 Temmuz 2016’dan sonra mümkün oldu. 15 Temmuz kalkışması sırasında ve sonrasında yürütülen seferberliğin Erdoğan liderliği lehine yarattığı toplumsal ivme ve kalkışmanın hemen ardından ilan edilen olağanüstü hal şartlarında gerçekleştirilen bu hükümet sistemi değişikliği milletin gözü önünde ve tüm temsilcilerin katılımıyla üzerinde anlaşılmış bir anayasa değişikliği sonucu gerçekleşmedi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi –ki sistem ifadesi fazla iddialıdır– iki müttefik parti liderliğinin kendi aralarında anlaşarak, ardından Meclis’e indirerek geçirdikleri bir anayasa değişiklik paketi sayesinde geldi. Bu anayasa değişiklik paketi, olağanüstü hal şartlarında, muhalefetin sindirilerek yapıldığı referanduma sunularak süreç tamamlandı.
Söz konusu “sistem” değişikliği bütün gücü Cumhurbaşkanı’nın şahsında topladı, fakat aynı zamanda o gücü kendisini o konumda var eden müttefik(ler)inin çizdiği parametreler içinde kullanmaya mahkûm etti. Bu bakımdan Cumhurbaşkanı sıklıkla iddia edildiği gibi “tek adam” olsa bile siyasi seçenekleri kısıtlı, sınırsız gücünü nasıl kullanabileceği ve kullanamayacağı büyük ölçüde önceden belli bir tek adam oldu. Üstelik getirilen “sistem” sayesinde partisiyle bağına, partisinin liderliğine kısa bir aradan sonra kavuşmasına rağmen, Cumhurbaşkanı’nın kendisiyle partisinin gündemleri ve öncelikleri kaçınılmaz olarak farklılaştı. Cumhurbaşkanı partisi üzerindeki hâkimiyetini koruduğu ölçüde bu durum partisini bildiğimiz siyasal/toplumsal işlevlerinden arındırdı ve onu bir elit yönetimi ve kaynak dağıtımı mekanizmasına indirgedi. Bu partinin toplumdan kopması, ancak iktidar olanaklarının sağladığı disiplinle var kalabilen kendi içine kapalı ve kısmi bir çıkar ağı haline gelmesi anlamına geldi
2019 yerel seçimlerinde bu “sistemin” AKP’ye, Erdoğan’a, Türkiye toplumuna hizmet etmediği kesinleşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi konumunu tartışmaya açmayacak seçeneklere açık olduğu yönündeki çeşitli açıklamalar, müttefikinin başka seçenekleri ve muhalefetin yeni müttefikler olmayı kabul etmemesi üzerine sonuç üretmedi. Pandemi şartlarında kriz yönetiminde tekraren ortaya konan performans, 2019 yerel seçimlerinde beliren yıpranmayı perçinledi. Akabinde meşruiyet üretememenin yarattığı açığı alarmist güvenlikçi söylemlere ve otoriter tedbirlere biraz daha abanarak, demokratik kurum, süreç ve değerleri biraz daha yıpratarak telafi etme tercihi, pandemi koşullarının dayattığı somut sorunlar, krizler, sonuçlar karşısında geçerliliğini yitirmeye başladı. Bu şartlar altında muhalefet nasıl değerlendirdiği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte kendisi için elverişli bir ortam yakaladı, bir miktar canlandı ve inisiyatif alır hale geldi. Güçlü fakat yönetemeyen bir iktidar bütün heybetiyle muhalefeti marjinalize etmeye çalışırken giderek kendisi marjinalize olmaya başladı. Kendisini siyaseten yenileme imkânlarından, kanallarından mahrum olduğu için de kendi içine çökme riski ile karşı karşıya kaldı. Erdoğan, tırmanıştan, fırsatlardan, yükselişten, iktidarının güvende olduğundan bahsederek, kendi kendine iktidar üretmek imkânsızını başarmakla görevli AKP örgütünden kopuşları engellemeye çalıştı. Bu sırada, oyunun kurallarını ve şartlarını biraz daha kendi lehine değiştirip, otoriter tedbirlerin dozunu artırarak, gelecek seçimlerin sonuçlarının önceden garantilendiği iddiasıyla iktidarımız güvende mesajını takviye etti.
Erdoğan’ın müttefikine selam vermek zorunda kalarak ve “belki de” diyerek biraz çekingen bir biçimde başlattığı yeni anayasa tartışması iki şekilde değerlendirilebilir. Birincisi, giderek marjinalize olan kendisinin/partisinin muhalefet partileri tarafından muhatap alınması ve böylece siyasi seçeneklerini, pazarlık imkânlarını genişlettiği yeni bir siyasal faillik arayışıdır. İkincisi, muhalefetin kendi arasında geliştireceği olası bir Anayasa değişiklik taslağı etrafında bir blok oluşturmasını engellemek, kendi aleyhine şekillenecek olası Anayasa değişiklik taslağını, zamana yayarak, katkıda bulunuyormuş gibi yaparak akamete uğratmak. AKP artık kimliği değil sicili nedeniyle niyetinin halisliğinden şüphe edilecek bir parti konumunda olduğu için çağrısının karşılık bulmaması bu kez ona bir moral üstünlük kazandırmayacağı gibi muhalefeti de olumsuz karşılığı nedeniyle zora sokmayacaktır. Zira AKP’nin eseri olan “yeni” Türkiye’nin meselesi artık sivil siyasetin yeni bir anayasa yaparak rüştünü ispatlaması ve demokrasinin pekişmesine katkıda bulunması değildir. “Yeni” Türkiye’nin meselesi otoriter rejimin pekiş(me)mesi meselesidir. Bu açıdan kritik olan muhalefetin ortak bir pozitif gündem geliştirip, geliştiremeyeceğidir.