“öyle sanıyorum her şey biter
bir doğurgan hücre ve
bir yanlışlık daima kalır.”
(Turgut Uyar)
İnsan her ne olursa olsun, bir vakitler kapısını çalmış, canhıraş yakasına yapışmış, onu uykusuz bırakan, takatten düşüren kimi sorulara küsmemeli, çatmamalı... Cevapların sonsuzluğu, hırçın yetersizliği, icabında imkânsızlığı, dahası yanlışlığı hele, ürkütmemeli, yıldırmamalı: zira sorulara verilecek yanlış cevapların da hakikatin hanesinde yeri vardır. Elias Canetti, hınzır bir neşeyle “tarihin huzur verici tarafının” onun “yanlışlığı” olduğunu öne sürüyordu: anlatılanlar hep hikâyedir, oysa hakikat bir bilinseydi... Hakikat bilinseydi belki konuşmaya gerek kalmazdı, ya da hikâye anlatma edimi büsbütün ortadan kalkardı… Öte yandan, kişilerin de kendi tarihleri vardır, başka şekillerde kurulup anlamlandırılan hikâyelere dolayımlandıkları için onlar da yanlıştır çoğun. Tedirgin edici değil, aksine ferahlatıcı bir durumdur bu. Canetti’ye bakılırsa, Freud’un da en iyi yanı hastalarını dinlerken sürekli yanılması, yanılmaktan çekinmemesi, sebat göstermesidir: Tek bir insanı dahi tümüyle dinlemek, bilmek, kesin verilerle tanımak olası değildir. Canetti’nin mizahındaki dışa açılan, dışa açıldıkça kişiyi bir ahlak varlığı olarak yıkımdan alıkoyan çizgide yanlışların yabana atılmayacak bir işlevi var: düşünce yanlışlarla, yanılmalarla da hakikate doğru usul usul adımlayabilir; soruları yeni baştan ama başka içerik, ton ve niteliklerle sorduran, derinleştiren de genellikle yanlışlardır; hakir görülen, korkulan, düşman kesilen, kaçılan, küçümsenen yanlışlar...
***
Hakikatin bilgisi: insan daima hakikat addettiği şeyi anlatabilir, anlattığına inanabilir, ama onu büsbütün, mutlak manada anlatmak, tüketmek ne mümkün, kimin harcı; hem hakikatin esaslı bir şakası da hakkında konuşulurken, güya dile getirilirken kaybolması, açılırken kapanması, konuşurken susması, berrakken bulanıklaşması, türlü maskeler takması değil midir? Hakikat doluluk, tamlık, bütünlük, firesizlik değildir; kaldı ki, çileden çıkaran boşluklar, belki hiç bilinemeyecek, anlaşılamayacak, duyulamayacak, hissedilemeyecek, dil ve kelimelerle, sayılarla ele geçirilemeyecek şeyler var hayatta; neyse ki... “Hakikatin bilgisi” denilen terkip de çoktan dağılmıştır zaten; hakikat bir yana, bilgi bir yana… İnsanın hakikatten ziyade bilgi ile kurduğu kibirli ve düpedüz kirli ticaret de pahalıya mal olmuştur ona; yanlışlara, yanılgılara, boşluklara hiç mahal bırakmayan, tahammül edemeyen, boyuna hata düşmanlığının habis sularını köpürten modern despotik tavır pek çok şeyin yanı sıra, insan ruhunun da canına okumuştur. Kapitalist dünyanın piyasa ölçülerinde yanlışlar cezalandırılırken doğru olduğu öne sürülen tüm edimler mükâfatlandırılır: doğru zaman, doğru insan, doğru davranış, doğru hamle… Doğrular sorgusuz sualsiz sevilir, hatta onlara tapılır, yanlışlardansa nefret edilir. Kişi yanlışlar yapmışsa kendini tanımamasından, bilmemesinden, şaşkınlığından, budalalığındandır… Öznenin kendi hakkında tıka basa sabit fikirle, geçirimsiz hislerle bunca dolu olup da hiçbir yere taşmaması, kendi zindanının duvarlarını yükseltmesi sadece; kesin varsaydığı bilgilere, aslında önüne konulmuş kanılara, servis edilmiş izlenimlere, başkalarının rüyalarına, dolaşımdaki imajlara bel bağlayarak üstelik…
***
Dostoyevski’nin karakteri erken bir duyuşla “iki kere ikinin dört etmesi büyük bir küstahlıktır” diye sitem ediyordu: “yaşam yaşamdır, karekök almak değil.” Bu zararsız –olsa olsa failini inciten- sitemi bağnazlık yahut bilgi düşmanlığıyla mühürlemek, cehalet severlikle mahkûm etmek insafsızlık olur: İnsanın varoluşunu iki kere ikinin dört ettiği sarsılmaz, asla tartışılmaz bir doğruluk düzlemine sıkıştıran her türden kabalığa, normal olanın sınırlarını tayin eden iktidar kodlarına, net bakışlara bir itiraz söz konusu. Zira sapmalar, istisnalar, bulanıklıklar, muammalar vardır yaşamda. Dostoyevski hakikat ve yanlışlık denkleminde Canetti kadar huzurlu değil tabii. Mizahı dışarıya değil, dış dünyayı hesaptan düşmeden içeriye bükecek; bükerken trajediye dönüştürecek, ahlaki de bir varlık olarak insanı didik didik edecektir. İçinde yaşadığı zamanın, modern dünyanın doğrularıyla yollarını ayırdıktan, dört başı mamur kavramlara, her soruna çözüm olan formüllere ve kategorilere ebedmüddet elveda dedikten sonra elinde sadece ama sadece İsa imgesi kalacaktır:
“Ahlakı kişinin kendi kanılarına sadakat olarak tanımlamak yeterli değildir. Kişi kendine sürekli şu soruyu sormalıdır: Kanılarım doğru mu? Bunun tek doğrulaması vardır: İsa. Ama artık bu felsefe değil, iman yalnızca, kızıl renkli bir iman (…) Bir ahlak modelim ve idealim var: İsa. Sorarım size: O zındıkları yakar mıydı? – Hayır. Demek ki zındıkları yakmak ahlaka aykırı bir edimdir. (…) İsa yanılıyordu –bu kanıtlandı! Kavurucu bir duygu bana şöyle diyor ama: Size bağlı kalmaktansa bir yanılgıya, İsa’ya bağlı kalırım daha iyi…”1
Bütün dünya doğru, İsa yanlış olsa, yine de zarını yanlıştan yana atan bu sıkıntılı jestte, bu tutkulu yönelimde ahlaki öznenin kapalı devre işleyen, kendini yaşamın merkezi olarak gören ruhsal aygıtı genişlik kazanıyordur aslında: ister kişinin kendisi hakkında olsun isterse dünyaya dair olsun; kesin hiçbir bilgiye soru sorulamaz, hakikat katında değerlendirilen bir şeyin alâmetifarikası değil soru sormaya, konuşmaya dahi imkân tanımamasıdır. Soru sorulabilir bir hakikat imgesine yönelerek sessizliğin değil konuşmanın, diyalog geliştirmenin yollarını yokluyordu Dostoyevski… Bu çabasında maksadı kişiyi buyurgan bir ahlaka çağırmak, yasalara zincirlemek, davranış tarzları dayatmak, onun hakkında yargıda bulunmak değil; bilakis sahip olduğunu düşündüğü mevcut ahlakını sorgulamaya açmak, ona hangi kıstaslara göre iyi ya da kötü bir insan olduğunu sormak, bu çetrefil mesele üzerine tefekkür etmektir. Bu sorunsallaştırma sürecinde kararlı bir şekilde sahip çıktığı, yenilmek yahut alaya alınmak pahasına dünyayı karşısına aldığı yanlışı ise hakikatin teminatıdır...
***
Dostoyevski’nin iman beyanının pek önemli olmadığını ileri sürer Bahtin; zira felsefi yahut teorik manada hakikat olmayana, “önerme-olarak-hakikat” fikrine karşı çok açık bir sınır çekilmiş, herhangi bir bütünleşme ya da özdeşleşme cezbine kapılmadan soru sorulabilir bir imgeden yana bilinçli bir tercih yapılmıştır: İsa olsa ne yapardı? Soru sormayı kestiği, cevaplarıyla yetindiği, eylemlerini olduğu kadar düşüncelerini ve duygularını da bir mihenk taşına vurmadığı müddetçe, kişinin sahip olduğunu düşündüğü kanaatlerine sadakat geliştirmesi onu ahlaklı bir varlık yapmak için yeterli değildir. Dostoyevski nazarında –devlet, hukuk, para, iktidar, ideolojiler vb.- modern dünyanın tüm mihenk taşları parçalanmıştır. Bu parçalanmışlıkta insanın eylemlerini haklı yahut haksız çıkaracak, iyi ya da kötü olarak değerlendirecek dünyevi yasalara ve söylemlere karşı külli bir güvensizlik söz konusudur. “Kanılarım doğru mu” sorusunun cevabını herhangi bir iktidar odağından beklemek kişinin kendi yanlışlarını dahi değil, başkalarının doğrularını yaşaması demektir ki, bu da kişiliğin yitimi anlamına gelir. Modern dünya kişiliksizlik, dahası buz gibi soğuk bir aklın terazisinde bilançosu çıkarılmış, doğru olduğundan zerre şüphe edilmeyen bencil hesaplar üzerine kuruludur. Bu hesaplar mevzubahis olduğunda başkalarının yaşamlarını ezilip geçilecek “böceklerin yaşamı” gibi görmek de bir mesele değildir artık. Ve bu fasılda, “Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözünde, Tanrı’nın ölümüne yönelik bir matem yankılanmaz; el altından zulme davetiye çıkaran saklı bir istek de yoktur burada; daha ziyade çok kısa bir süre sonra toplama kamplarında, iç savaşlarda açığa çıkacak bir vahşetin ön-ikazı dalgalanır. 19. yüzyılda sorulan bir soru pekâlâ 20. yüzyıla ve oradan da şimdiki zamana taşınabilir: İsa –modern zındıklar olarak- komünistleri, Yahudileri, Çingeneleri, anarşistleri, eşcinselleri vb. yakar mıydı?
***
Herkesin kendi zındığını, doğru olduğuna hükmettiği, hakikat taklidi yapan kanaatlere atıfla yok etmek istediği bir dünya bu: Bugün “zındık” ya da felsefi kavramla “öteki” addedilen bir varlığı yakıp kül etmemek için hangi bağlayıcı ilke vardır insanın önünde? Tolerans, medeniyet, hoşgörü, ya da hümanizm gibi terimlerin gerisinde işleyen ince gaddarlık teknikleri malum… Dostoyevski’nin egemen hukukun kuklası olan haklar söyleminden çoktan geçmiş tutumunda, İsa imgesine tutunarak oluşturduğu ahlaki sisteminde insana yönelik hususi bir sevgi, koşulsuz bir güven ya da beklenti değilse de, kelimenin en yalın anlamıyla saygı vardır. Türlü iktidar ilişkileri içinde, toplumsal ve iktisadi cehennemde lime lime edilmiş gururların, zedelenmiş haysiyetlerin onarıcı harcı olarak saygı…
1 “Biyografi, Mektuplar ve Dostoyevski’nin Defterinden Notlar”, akt: Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Metis Yayınları, 2004, s. 155.