Kısacası, durum şuydu: İşaret, bir noktayı belirtmeye yarıyordu, ama aynı zamanda orada bir işaret olduğunu da işaret ediyordu, daha da önemlisi, nokta pek çoktu, ama işaret sadece oydu ve aynı zamanda işaret, benim işaretimdi, beni işaret ediyordu, çünkü yaptığım biricik işaretti ve ben de işaret koymuş olan biricik kişiydim.
Italo Calvino, Bütün Kozmokomik Öyküler
İnsan olmanın mucizesi ve sırrı bu demek ki: Kendimizi sevilen, arzulanan, değerli biri, Ötekinin arzu nesnesi yapmaya, o bağı ve ilişkiyi korumaya, kendimizi emniyete almaya çalışırken, bunun için bir imgeyle özdeşleşmek de dahil çeşitli stratejiler geliştirirken, aynı zamanda ayrılığı, ayrışmayı üstlenmek ve buna tahammül etmek, ve tüm bunları kendi cinsiyetimizi oluşturarak ve dürtüsel varlığımızı kat ederek yapmak. Acı ve haz içinde. Mütemadiyen kaybederek ve yeniden bularak. Hiç durmadan ve huzursuzca. Demek huzur, denge ve dinginliğin hep uzağında. Bu yüzdendir ki kendimizi insan yapma süreci, çok katlı, karmaşık ve tutarsızlıklarla dolu o süreç hem imkansız hem sonsuz niteliktedir. İnsan olmak sonsuz ve ucu açık bir inşa edimi, kesintisiz bir kendini gerçekleştirme sürecidir, daima kökenlere dönerek ilerleyen. Bir yanda mütemadiyen yakınlaşmak, kabullenmek, bir olmak, kaynaşmak vardır, diğer yanda uzaklaşmak, ayrılmak, kopmak, reddetmek. Bu yüzden eksiksiz güvenlik arayışına hiç duraksamadan tehlikeye atılmak, en olmadık riskleri almak eşlik ediverir. Durmaksızın ilerlemek, gelişmek isterken kendimizi acımasızca sabote etmekten bir an bile geri durmayız. Hep bir yenilik peşinde olduğumuzu sanırken birden iç dünyamızın en arkaik örüntülerini tekrar edip durmakta olduğumuzun keşfiyle afallar, sendeleriz. Kendimizdeki tutarsızlık, eksiklik ve kusurları örtmek, bir tutarlılık ve bütünlük yanılsamasıyla teselli bulmak için hikayeler üretmek, hikayelere sığınmak bir yanda, diğerlerindeki kusur ve çelişkileri ortaya sermekten duyulan zevk diğer yandadır. Çünkü, kendimize anlatıp durduğumuz hikayeler sayesinde savuşturmaya çabaladığımız tüm yetersizlik, kusur, fenalık ve iğrençlikler -insan kendini kandırma ustasıdır- yine de oradadır işte. Kabul edemediğimiz, içimize bir türlü yerleşmeyen, bu yüzden de habire ötekilere atfettiğimiz, yansıttığımız onca ruhsal tortu. O yüzdendir ki, bedenimizden kaynaklanarak gerilim ve acıya yol açan dürtüsel uyarım karşısında geliştirdiğimiz savunmaları, travmatik bir fazlalık olarak ruhumuzu yoran o uyarıma egemen olma hamlelerini daima Öteki/ötekilere karşı savunma ve egemen olma çabasıyla yer-değiştirir, dönüştürürüz.
Diğer yandan basbayağı kötü kalplilik de vardır ama. Kötü kalpliler, kara vicdanlılar, merhametsizler. Daima korkunç bir sevgisizlikle, derin bir nefret, haset ve yıkıcılıkla davranmaktan başkasını bilmeyenler, derilerine/suratlarına kazınmış kötülük, kin ve hınç ifadesiyle hemen fark edilenler. Karşılarında dehşet, tiksinti ve çaresizlik hisleriyle kalakaldıklarımız. İnsanlığa duyduğumuz inancı, ortak insanlık kaidesini aşındırıp duran sefiller. İnsana ilişkin bir başka, üzücü, ümit kırıcı muamma da budur.
***
Belki de hiçbir zaman dile gelmeyecek, kendi anlam dünyamıza hiçbir zaman eklemleyemeyeceğimiz bir yerden, bir karanlıktan başlarız hayata. Bir biçim yokluğundan, yığından. Bedensel duyum, izlenim ve algıların bulanık ve yaygın çokluğundan ve kaosundan. Bedenin derinliğine ve karanlığına gömülü bir varoluştan çıkarak/başlayarak kendini kültürün/dilin/toplumun öznesi yapmaya uzanan olağanüstü bir serüvendir insanınki. Demek verili her şeyin anlamının yeniden yazıldığı, her şeyin tamamlanmamış ve ucu açık oluşla işaretlendiği, aşikar olanın mütemadiyen dönüştürülerek yeni imkan ve olasılıkların yaratıldığı ve üstlenildiği bir keşif, icat ve inşa yolculuğudur bu. Sevinçli ve kederli sürekli bir oluş halidir. Virtüel kapasite ve potansiyeller çokluğunun, cognitif/psiko-motor yatkınlıklar toplamının, ham/biçimsiz gerçeğin simgesel (kültür/dil) aracılığıyla edimselleşmesidir. Aktüel gerçeklik, demek ki virtüel ve ontoloji-öncesi gerçeğe simgeselin nüfuz etmesi sayesinde ortaya çıkar. Oidipal yapı, bilinçdışı/fantazi, ebeveyn rolleri, kadın/erkek konumları, dürtü/arzu, fallus vb. tüm kavram ve teoriler bunu, insanın kendini yapmasını, bu benzersiz yaratıcılığı kuşatmak, anlamak için değil midir aslında?
Müthiş ümitli bir şey yok mu insanın bu hakikatinde? Hiç durmaksızın anlamlandırmaya, sözcüklere tercüme ederek ‘ehlileştirmeye’, el koymaya ve üstlenmeye çalıştığımız ve adına hayat dediğimiz o devasa ve biçimsiz kütle, muazzam genişlik ve derinlikteki o aralıksız akış/oluş, kendine dayatılmış tüm o çerçeve ve sınırlardan taşar durur. Bizi her seferinde yeniden başlamaya çağırır. Yolculuğa, yolculuğun belirsizliğine, çatallaşan, engebeli, dolambaçlı yollara…
***
Freud’un “Ego her şeyden önce bedensel bir egodur; yalnızca bir yüzey varlığı (surface entity) değil ama bizzat bir yüzeyin yansımasıdır.” ifadesini asıl bu bağlamda düşünmeliyiz demek ki. Daha sonra metnin İngilizce çevirisine eklediği bir dipnotta şunları söyleyecektir:
“Yani, en nihayetinde ego, başlıca bedenin yüzeyinden kaynaklananlar olmak üzere bedensel duyumlardan türemiştir. Dolayısıyla yukarıda görmüş olduğumuz gibi zihinsel aygıtın yüzeylerini temsil etmenin yanısıra bedenin yüzeyinin zihinsel bir yansıması olarak kabul edilebilir.”[1]
Kişiliğimizin/kimliğimizin kurucu/çekirdek tabakası en nihayetinde ötekinin bize sunduğu imgeleri içimize alarak, onlarla özdeşleşerek oluşur. Kısmi dürtülerin dağınık, kaotik ve altüst edici uyarımları, bulanık öznel duyumlar/izlenimler çokluğu (ötekinin armağanı olan) bedenin kapsayıcı yüzeyi sayesinde birbiriyle ilişkilenerek düzen ve eşgüdüm kazanır. Söz konusu uyarım, algı ve duyumların bir bütünlük deneyimi olarak bedene dahil edilmesi, diğer bir deyişle bu yolla bedenin yüzeyinin ruhsal içeriklerini edinmesi, aynı zamanda bir anlam yaratma, anlamlı kılma, anlam soyutlamasının düzenine girme jestidir.
***
Demek fallusun doğası ve işlevini, bir gösteren olarak fallusu, fallik göstereni maddeci bir anlam anlayışı düzeyinde, evrensel simgesel sürecin bedensel köklerinden ayrılması/kopması olarak kavramalıyız. “fallusun doğası “öznede işaret ettiği eksikliğin sahasından ibarettir.””[2]
Lacan şunları söyler:
“İşte burada fallus, daha iyi bir şekilde işlevi temelinde anlaşılabilir. Freudcu öğretide fallus bir fantezi değildir, eğer fanteziyi imgesel bir etki olarak anlamamız gerekecekse. “Nesne” bir ilişkideki ilgili gerçekliği ölçme eğiliminde olduğu ölçüde, fallus bir nesne de (kısmi, içsel, iyi, kötü vb.) değildir. Dahası, simgelediği organ -penis veya klitoris- hiç değildir. (Still less is it the organ -penis or clitoris- that it symbolizes). Ve Freud fallusla ilgili olarak, Antik çağlarda onun temsil ettiği simulakrumu bir referans olarak benimsediyse, bu sebepsiz değildir. Çünkü fallus bir gösterendir; analizin özne-içi ekonomisinde işlevi, belki de gizem içinde hizmet ettiği işlevin örtüsünü kaldırmak olan bir gösteren. Gösterenin gösteren olarak mevcudiyetiyle anlam etkilerini/sonuçlarını koşullaması ölçüsünde, yazgısında bir bütün olarak bu etkileri düzenlemek (designate) olan gösteren”[3]
[1] Freud, SE XIX, s. 26
[2] Jacques-Alain Miller, “Phallus and Perversion”, lacanian ink 33, (Bahar 2009), p.58 (Aktaran S. Zizek, “Hiçten Az”, Çev. Erkal Ünal, Encore yayınları, 2015, s. 591)
[3]J.Lacan, Ecrits, (The First Complete Edition in English), Çev. B.Fink, Norton, s.579 (Daha önceki A.Sheridan çevirisinde (Ecrits, A Selection), alıntıdaki dördüncü cümle ( it is even less the organ, penis or clitoris, that it symbolizes) şeklinde yer almıştır.