“Olabiliyormuş” Hayreti
Kemal Can

Senelerdir bu rutin değişmedi. Her ayın içinde en az bir haftalık “dur bakalım şimdi ne olacak?” günleri yaşanıyor. Genel gidişatta pek önemli değişiklikler olmasa da, geçici heyecanlar peydahlanıyor. Yine öyle günlerden geçiliyor. Gara operasyonuyla başlayan ve hemen herkesin “yine beklendiği gibi ilerleyeceğinden” emin olduğu süreç, biraz farklı bir tablo yarattı. Muhalefetin, “iktidarın işaret ettiği” sıraya geçmemesi, Erdoğan’ın “sorumluluğu üzerime yıkmaya çalışıyorlar” şikayetine neden olan bir sorgulamaya yönelmesi, bu duruşun tepki almayıp destek görmesi üzerine başka başlıklarda da “siyasi çıkışa” yönelmesi şaşırtıcı oldu. Bunun ne kadar kalıcı ve dayanıklı olacağını şimdiden kestirmek zor. Dayanıklılık testini görmek için fazla beklenmeyeceği, iktidarın hazırlıkları olduğu, asap bozucu çatlakların hemen kafa göstereceği görülüyor. Ancak bu yazıda, bu durumun devam etme olasılığına değinmeyeceğim. (Belki başka bir yazıya) Şaşkınlık yaratan bu gelişme vesilesiyle bariz biçimde ortaya çıkan “olabiliyormuş” hayretine, “yapabildik” sevincine değineceğim. Çünkü, aksi gelişmeler yaşansa bile –ki hiç küçük olasılık değil- bu hissiyatın canlılığı önemli.

Yaparak öğrenmenin, yapabileceklerini uygulayarak göstermenin çok etkili ama çoğunlukla pahalı ve zahmetli bir yöntem olduğu bilinen gerçek. Kervanın yolda kurulduğu pratiklerin, önce hareket edip sonra gerekçe yaratmanın, her zaman hızlı olmaya yaramadığı, aksine fena halde zaman kaybına neden olabileceği de ortada. Söz konusu siyaset olunca, riskler çok büyüdüğü, hamle geri alma imkanları epey azaldığı için de ölçüler iyice değişiyor. Kendini avantajlı hissetmeyenlerin aşırı tereddütlü tutumları, bir noktaya kadar makul –en azından anlaşılır- bulunabiliyor. Muhalefet, uzunca bir süredir hazır ezberler ve onlara dayalı üretilen “kuvvetli olasılıkları” işaret ederek, hareketsizliği ve silik pozisyonları rasyonel bir durum gibi sunuyordu. İktidarın kurduğu tuzaklar, kutuplaştırma bataklığı, blokları kemikleştirmemek gibi bahanelerin, şekilsiz bir ortalamayı ve sonu gelmez beklemeyi haklı göstereceğine inanılıyordu. Sakınma refleksi, hızla yayılan bir salgın halindeydi. Yerel seçimde olduğu gibi, alınan sonuçlar bu stratejinin başarısı olarak sunuluyor ve bu tutum ısrarla savunuluyordu.

Yerel seçimde pek çok büyükşehir belediyesinin el değiştirmesi, iktidarın gerilim siyasetinden uzak kalınmasına, karşı blok seçmenine dokunulabilmesine veya onlara alerjik gelmeyen bir kampanya yürütülmesine bağlandı. Alınan sonuçta bunların çok önemli etkisi olduğu elbette doğru. Ancak belirleyici olan, dengeyi değiştiren ve sonucu mümkün kılan, “sakınma” duygusu değil de “olabilirlik” hissiydi galiba. Yapanların da izleyenlerin de sonradan farkına vardıkları bir histi bu. Yaparak gösterilen, gösterildikçe yapılabileceğine inancı pekiştiren bir dinamik işledi sanki. Temas kurulamaz sanılanla konuşulabildiği, laf anlatılamaz sanılanın dikkatle dinleyebildiği görüldü ama muhalefet ittifakının olabildiği ve olabildiği için bir şeylerin değişebileceği düşüncesi sonucu belirledi. Beklenmeyeni mümkün kılan, oracıkta duran imkanının serbest kalmasıydı aslında. İmamoğlu veya Yavaş’ın farklı kesimlere sıcak, onların “değerlerine” yakın gelmesinden çok daha önemliydi bu. Söz konusu olan “kazanan tarafta olma” pragmatizmi değil, “olabilir” fikrinin çekiciliği.

Olabilirlik hissinin nasıl kolay kaybedilebildiğine, ezilebildiğine ilişkin örnekler de mevcut. Mesela, organize bir “yenilgi inşa” denemesini Gezi örneğinde gördük. Gezi protestolarına onlarca şehirde çok sayıda insan katıldı. Devletin resmi raporları bile neredeyse “her yer ve milyonlar” diyordu. Daha önemlisi uzunca bir süre –muhalif kesimler açısından- “ben de oradaydım” denilen prestij etiketiydi. “Olabildiğine” şaşırılan, eylemin genişliği değil çok farklı kesimlerin katıldığı bir itiraz ortaklığının çıkmasıydı. Sonraki yıllar içinde çok şey oldu, iktidarın kombinasyonu, muhalefetin pozisyonu değişti. Aşırı yakın tarih, daha içindeyken yeniden yazılmaya başlandı. Sadece iktidarın bir kalkışma olarak işaret edip sürekli gündeme getirmesinden bahsetmiyorum. “Üç gün iyi idi, sonra...” diyenleri de kast etmiyorum. Defalarca açılan davalara sırt çeviren, görmezden gelen, adım adım “iktidar bunu kullandığı için kötü oldu” demeye ikna olan muhalefet kalabalığından söz ediyorum. “Gezi yüzünden iktidarın oyu arttı” palavrasına –ki bunu kanıtlayan  veri olmadığı gibi, tam tersi geçerli- kadar vardırılan iddialar ileri sürüldü. Olmuşun unutturabildiği bir çarpıtmaya el verildi. Oysa, “çatlasanız da patlasanız da” inadına itiraz edilebileceğini ileri süren gayet mütevazı hevesti asıl şaşırtıcı olan.

Yeniden son gündeme dönersek, Gara olayı, iktidarın kaybettiği anda muhalefetin kazanmayı becerebileceğini gösteren bir dönemeç oldu. Çünkü bir süredir pek çok veri, iktidarın kaybettiği ama muhalefetin kazanamadığı bir süreci gösteriyor. Bu sefer, iktidarın hep kolayca kullandığı ipleri elinden kaçırdığı, muhalefetin ise oldurabileceğine bir türlü ikna olamadığını yapabildiği bir durum ortaya çıktı. Başka türlü davranabilmenin bu kadar kolay olduğu hiç düşünülmemişti sanki. Muhalefet partilerinin özel bir ittifak performansı göstermeden, zorlama bir birlik tablosu üretmeye çalışmadan, bir mutabakat bile oluşturmadan hatta ayrı ayrı durmaya devam ederek daha farklı davranabildikleri görüldü. Yaptıkları çok da özel bir şey değildi aslında, işlerini yapmışlardı sadece. Kendi tabanlarını ve iktidar seçmenini hayrete düşüren bu tavrın, yarattığı ayar bozucu etki yanında, özel bir cesaret gerektirmeyecek kadar kolayca “olabilmesi” çok daha şaşırtıcıydı. Muhtemelen, yakın dönemdeki bazı sınavlarda benzer tavır almakta zorlanacak olunsa bile –ki umalım öyle olmasın-  bunun derin etkileri olacak. “Olabiliyormuş işte” düşüncesi, çocukça bir heyecan gibi çabuk kayboluyor belki ama aktif olduğunda çok bulaşıcı olduğu da ortada.

Bir süredir aşağıdan yukarıya doğru kuvvetli bir siyaset baskısı yükseliyor. Ekonomide, muhalefet partilerinin performansından bağımsız bir gündem gelişiyor. Kadın mücadelesinden çevre meselesine kadar haraketli ve etkili bir direnç kendini hissettiriyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde başlayan protesto beklenenden daha dayanıklı çıkıyor. Saldırganlık gündemi eskisi kadar kolay ele geçirmeyi beceremiyor. Tabandan gelen bir tazyikle siyasi alanın  genişlemeye zorlanması, tavanda daha agresif bir hal alan daraltma gayretlerini boşa düşürüyor, artan tansiyon sıkıntıyı büyütüyor.  Muhalefet partilerinin, sakınma reflekslerinden sıyrılıp, bu dalgalanmaya uyumlu olmaları, gelen ritme kendilerini bırakmaları bile umutlu bir heyecan yaratıyor. İktidarın yapıp ettikleri karşısındaki “nasıl olabilir böyle bir şey” hayretinin yerini, “olabiliyormuş” şaşkınlığı alıyor.  Yakın vadede bu durumu bozan arızaları yine görmemiz mümkün. Böyle eşiklerin ismi Yavuz Ağıralioğlu, yine hemen televizyondan işareti verdi: “Fezlekelere evet vereceğiz”.  Fakat yine de “olabiliyormuş” heyecanı devam edebilir. Şimdiye kadar, iktidarın yönetememe krizi, sorunların bastırması ve ittifaktaki çatlaklara binaen, “böyle devam edemez” fikri pek sonuç doğurmadı. En azından tatmin edici bir umut yaratamadı. Şimdi bunun yerini “olabiliyormuş” düşüncesi alıyor ve umut katsayısı daha yüksek gibi.