Haftalık Birikim’deki son yazıma İngiltere’de işçi sınıfının daha en baştan beri oldukça “anti-klerikal” bir “hayat bilgisi” alarak oluştuğunu anlatarak başlamıştım. Kapitalizm üstüne konuşurken, bunun ilk kurulduğu yer olan Britanya’yı genellikle model kabul ederiz. Ama bu din konusunda Britanya “tipik” değil, “istisna”dır. Özellikle dünyanın “batılılaşan” ülkelerinde hem işçi sınıfının (olduğu kadar), hem de genel olarak yoksul kesimlerin bu gibi alanlarda bir hayli muhafazakâr olduğunu gözlemliyoruz.
Pek çok ülkede “batılılaşma” bu insanların önüne erişilmesi emredilen bir hedef olarak konmuş. “Gökten gelme” bir “ferman”. Niçin gerekli olduğu tartışılmamış; insanlara böyle bir şeyi isteyip istemedikleri sorulmamış. Ne olduğu bile tam olarak anlatılmamış ve anlaşılmamış. Ve uygulandığı pek çok ülkede, topluma, insanlara, yoksullara kaydadeğer bir iyileşme sağlamamış. “İyi ki bunu yaptık, yapıyoruz” dedirtmemiş. Bu durumda bu insanlar, eski inançlarından kopma gereğini de duymamışlar. Hatta çok zaman onlara daha sıkı sarılmak istemişler.
Türkiye bu türlü betimlediğim toplumların başlarında geliyor sanıyorum. Buranın ayrıca kendine göre bir “emperyal” geçmişi ve geleneği var. “Allah Allah!” diye bağırarak savaşıp geniş topraklar fethetmiş, bunları hatırlamaya devam eden insanlar bunlar. Bir gün geliyor, karşılarında birileri beliriyor ve “Değişeceksin! Haydi değiş!” diyorlar. Ne bekliyoruz? Düğün bayram etmelerini mi? Etmiyorlar. Değişmek, dünyanın en zor işi.
Gelgelelim, bu muhafazakâr tepkiye bakıp Türkiye’nin “dindar” bir toplum olduğunu söylemek de pek doğru ve pek kolay değil. Din, muhafazakâr olmanın ve öyle kalmanın gerekçesi; ama aslında istenen o “muhafazakâr” dediğimiz hayat tarzının devam etmesi. Bir bütün olarak şöyle ya da böyle değerlendirirsiniz, ama hayatın bu şekilde devam etmesinden kazançlı olan kimseler var. En azından, bunun değişmesiyle birlikte birçok şeyi kaybedeceklerine inanıyorlar. Ağa ağalığını, tefeci sermayesini kaybetmekten, hep birlikte, kadınlar üstünde egemenliklerini kaybetmekten korkuyorlar. Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu açısından din öncelikle bir “pratik bilgiler” toplamıdır. Manevi incelikler bu çoğunluğun ilgisini fazla çekmez. Ama öteden beri, din her alanda belirleyici olmuştur. Bütün değerlerin temelinde bir şekilde din vardır.
Toplumun genelinden söz ediyorum, ama toplumun yöneticisi konumunda olanların da yapıları farklı değil. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın İslâm felsefesi alanında bir derinleşme geçirdiğini işaret eden herhangi bir gösterge yok. Zaten bu nedenle AKP’nin tepesiyle tabanı arasında ciddi bir uyum var. Bu uyumun temelinde bir “çıkar” uzlaşmasının yattığı belli oluyor. AKP bayağı uzun süren iktidar yıllarında kendisine tamamen bağlı bir seçmen kitlesi yaratmayı başardı. Bu uzun iktidarın daha erken aşamalarında seçmen sayısı daha kabarıktı.
Bir süredir azalıyor. Ama öncelikle kötü giden ekonomiden ötürü azalıyor.
Oysa AKP (ve müttefiki MHP) şu son dönemde her alanda çok kötü bir performans gösteriyor.
Bu arada, batılılaşmayı dine sarılarak reddeden kitle ve o kitleden etkilenen başka kitleler, bu toplumun etkin ve etkili bir bileşeni olmaktan çıkıyor. Belirli bir hayat tarzı artık yerleşti; Tayyip Erdoğan’ın ideolojisi bugünlerin genç kuşaklarını çekmiyor.
Gene de, iktidarın bütün falsolarına rağmen kitle desteğini kaybetme süreci beklenen hızda gerçekleşmiyor. Bu kadar fazla falsoya rağmen… Bunun nedenini anlamak da kolay değil, ama herhalde muhalefetin davranışlarının bu gecikmede bir payı var. Bunu ayrıca incelemek gerekiyor.