Arap ayaklanmalarının son durağı Suriye olmuştu. En kanlı, dramatik ve sonuçsuz olanı da Suriye oldu; Libya ve Yemen’in yanı sıra bu ülkede de iç savaş halen devam ediyor. Suriye iç savaşının, diğer iki ülkeyle karşılaştırıldığında, yarattığı etkiyi, bu ülkenin Arap dünyasındaki yeri ve temsili ile açıklamak mümkün. Suriye’de de diğer ülkelerde olduğu gibi benzer talepler gündeme gelmiş, barışçıl bir biçimde başlayan gösteriler, Esad yönetiminin sert karşılık vermesi ve muhalefetin, bugün bile hâlâ tartışılan, silahlanması/silahlandırılması üzerine kısa sürede yörüngesinden çıkarak kanlı bir iç savaşa dönüşmüştü.
Bugün, 10 yıl önce ayaklanan farklı görüşlerdeki insanların hayal, beklenti ve umudunun çok uzağında bir Suriye ile karşı karşıyayız. Bu tespit, sadece sokaklara dökülen ve rejimden reform bekleyen yüzbinlerce Suriyeli değil aynı zamanda kendini koruma refleksi ile savaş sırasında her türlü yöntemi mubah gören rejimin kendisi için de, demokratik bir Suriye’den çok sadece kendi ajandasındaki Suriye’yi hayata geçirmek için ayaklanan tüm kesimler ve dışarıdan müdahale eden ülkeler için de geçerli. Dış müdahale bu 10 yılda Suriye savaşının karakterini değiştiren temel etkenlerin başında geliyor.
Bu 10 yıldan alınması gereken dersler var. Kanımca geçtiğimiz 10 yılda Arap ayaklanmalarına konu olan diğer ülkelerdeki hatalar Suriye’de de tekrarlandı. Bugün geriye dönüp baktığımızda toplumsal mutabakat/ortak bir gelecek/uzlaşma/ortak demokratik değerler gibi unsurların hayata geçirilebildiği Tunus’taki görece başarı dışında başka bir örnek saymak mümkün değil. Mısır’da darbeye kadar giden süreç, Libya’daki hesapsız dış müdahale, Yemen’de iç savaşa dönüşen örneklerden sonra Suriye’de farklı bir manzaranın ortaya çıkmasını beklemek hata olurdu. Ancak, söylemek gerekir ki Arap ayaklanmalarının çıkış noktasını oluşturan insanların haklı taleplerinin; adalet, özgürlük, onur, refah ve yeni demokratik bir ülke şiarıyla yola çıkış noktalarının haklı olduğunu söylemek gerekiyor.
Çünkü Suriye gibi çürümüş, baskıcı, otoriter rejimlere yönelik topyekûn bir kalkışmayı başlangıç itibariyle sadece “dış güçlerin komplosu”yla açıklamak Suriye halkının inisiyatifine haksızlık olmakla birlikte olan biteni de kavramayı zorlaştırır. Ancak bir-iki yıl gibi kısa bir süre başlayan dışarıdan müdahale Suriye ayaklanmasının karakterinin değişmesinde de önemli rol oynamıştır.
Onlarca yıllık baskıcı rejime karşı çıkarken ortak toplumsal değerlerde uzlaşmayı başaramamak, muhalefet geleneğinin olmaması Suriye’de 10 yıl önce haklı taleplerle başlayan kalkışmanın başarısızlığın temel noktalarının başında gelir. Muhalefet içinde yer alan farklı grupların amaç, gündem ve ilerleme şekillerinin farklı olduğu da kısa sürede ortaya çıktı. Müslüman Kardeşler’in Suriye’deki gücünü abartarak yola çıkanlar da yanıldı. Muhalefetin bu görüntüsünden sadece Esad yönetimi değil Suriye’de kendi gündemini oluşturmak isteyen müdahil ülkeler de çokça yararlandı.
Muhalefet olarak adlandırılan gruplar 10 yıl önce siyasi bir geleceği oluşturmaktan çok daha hızlı bir biçimde sekter ve mezhepçi bir çizgiye savruldular ya da yılların birikmiş rövanşist duygularını öncelediler. Savaşın başında hiç de mezhepçi bir çizgide olmayan ayaklanmanın ana unsurları kısa sürede bu çatlak üzerinden kolayca bölündü; Esad yönetimi de bu durumu derinleştirmekten kaçınmadı. Yıllar içinde şunu görecekti ki bir yanda Esad yönetiminin bu politika ile muhalefeti bölme “planı” diğer yandan, muhalefet içindeki cihatçı yapıların “amaçları” mezhepsel nefretin köklerininin daha derinlere inmesini sağladı.
Hatta Suriye muhalefetinin ilk yıllarında, muhalefet içindeki Arap/Kürt ayrımı Esad yönetiminden kalan bir miras gibi kendini göstermişti. Örneğin, ilk yıllarda muhalif Araplar, Kürtlerin Suriye muhalefetinde ayrı bir temsile sahip olmasını kabul etmeyip, anayasa çalışmalarına katılmalarını engellerken, aynı dönemde PYD’nin bugünkü konumunda çok uzakta olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Yıllar geçse de hep şu soru sorulacaktır: Rejimin sert tepkisi karşısında Suriye muhalefeti bu kadar çabuk silahlanmasaydı, ya da başka ülkeler tarafından silahlandırılmasaydı durum böyle olur muydu? Ve bu sorunun yanıtını belki de hiç bulamayacağız. Belki de bizzat o süreci yaşayan Suriye halkı kendi yanıtını arayacak. Ama şunu söyleyebiliriz: Suriye muhalefetinin ılımlı kanadının örgütlü olmaması, farklı grup ve fikirlerin birlikte hareket edememesi, rejimin bir an önce yıkılacağı yanılsamasıyla uzun ve zahmetli bir ayaklanma stratejisi yerine silahlı ve çok kolay ekseninden çıkarılabilecek kanlı bir süreç tercih edildi. Çünkü savaşın kısa sürede biteceğine inananlar Suriye’yi tanımıyor, Suriye’yi bilmiyor ya da Suriye’nin bir Libya ya da Yemen olmadığının farkına varamıyordu.
15 Mart 2011’de Deraa’da okul duvarına Esad karşıtı slogan yazan öğrencilere işkence yapılması ve bunun yarattığı tepkinin gösterilere dönüşmesinin öncülüğünü, bugün artık Suriye muhalefeti içinde etkisi olmayan, 10 yıl içinde Esad ile radikal İslamcı unsurlar arasında kalarak ülkeyi terk etmek zorunda kalan ve ümit ettikleri “devrimin” mümkün olmayacağının farkına varan liberal ve kentli muhalif çevrelerin yaptığını unutmamak lazım.
Madalyonun diğer yüzünde ise Esad yönetimi var. Ortadoğu siyasetini bilen ve Batı’nın kaygısını dikkate alan Şam, önce kuzeyi boşaltarak ilerleyen yıllarda onlarla anlaşabileceği düşüncesiyle Suriyeli Kürtler ve PYD’ye alan açtı. Bir başka amacı da Türkiye’yi PYD ile baş başa bırakmaktı. Kendi ülkesindeki Kürtlere yıllardır en küçük bir hak bile vermeyen Esad’ın onlara avantaj sağlamak isteyeceği düşünülemezdi.
Giderek radikalleşen savaşın tabii ki iki tarafı vardı. Suriye’deki rejimi bir an önce devirme telaşı içinde, bir yandan ılımlı muhalefet adı altında güçsüz ve örgütsüz bir yapı silahlandırıp desteklenirken diğer yandan Suriyeli olmayan, yeni bir Suriye’den çok, cihat hayalleriyle buraya akan binlerce radikal İslamcı’ya göz yumuldu. Ama rejimin sert tavrı ve cihatçı yapılara “göz yumması” ile gündeme gelen çifte kuşatma stratejisi yıllar içinde ılımlı muhalefetin bertaraf olması ve bu gruplara mecbur kalınmasıyla sonuçlandı.
Şam, savaşa radikal İslamcı örgütlerin dahil olmasının, savaşın hızlandırılmasının nasıl algılanacağını biliyordu. Önce cezaevlerindeki radikaller salıverildi, belli alanlarda kontrol El Kaide ve IŞİD gibi örgütlere bırakıldı. Daha sonra bu örgütlerden beklenen tavır ve görüntüler gelmekte gecikmedi. Yani, hem bu örgütlere destek verenler hem de Şam yönetiminin açtığı alan iç savaşın kaderini belirledi.
ABD, Esad’ın devrilmesinin Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi nelere yol açabileceği değerlendirmesinin ardından 2015’te Rusya’nın önünü açtı. Çünkü ABD Irak, Afganistan gibi farklı alanlardaki sonuçsuzluğa bir de Suriye’yi eklemek istemedi. Ve Suriye alanını Ruslara açtı, belki de Rusların bu bataklığa saplanacağı düşüncesiyle. Ancak ABD’nin de bir sınırı vardı tabii ki. Bu sınır Kobani ile çizildi ve kuzeyde az asker ve YPG ile Suriye’de kalmayı başardı.
ABD ve AB, Rusya ve Suriye ilişkilerini yanlış anladılar. Rusya, Libya nedeniyle aldatıldığı düşüncesiyle Suriye’de farklı hareket edecekti, yeniden küresel güç olmak istiyordu, ABD’nin yalpalamasına bakıp Suriye’deki üslerine daha fazla önem verdi. Bu nedenle Suriye’den vazgeçmesi mümkün değildi, öyle de oldu. Bugün Rusya Suriye üzerinden Akdeniz’de yeniden boy gösterebiliyor, Suriye-Libya hattını tutabiliyor.
Bu 10 yılın en çok kullanılan kavramlarından birisi de “vekâlet savaşları” oldu. Ülkeler, örgütler, paralı askerler... Yani bir iç savaşta olabilecek tüm “kirli” ilişkiler Suriye’de yeniden denendi. Her ülkenin Suriye içinde yedek bir gücü, finans ve silahla desteklenen grupları, ideolojik olarak desteklenen yapıları oldu, İran’a bağlı Şii milisler, Rus Wagnerleri, Lübnan Hizbullah’ı, ABD-YPG işbirliği, IŞİD ve El kaide gibi gruplardan Esad yönetiminin yıkılması için medet umanlar.
10 yıl sonra kimse kazanamadı. Hem birkaç ay içinde Suriye rejiminin devrileceği hayaline kapılanlar hem de ayaklanmayı sert bir müdahale ile bastırabileceğini düşünen Şam rejimi yanıldı. Gelinen noktada Esad, elle tutulur bir sınır hattına sahip olmasa da ülkenin omurgası sayılabilecek bir bölümünü kontrol ediyor. Mevcut durumda ülke üçe bölünmüş durumda. Ve sanki bu üçe bölünmüşlük ülkenin geleceğinde de küçük rötuşlarla kalıcı olacak gibi görünüyor. 10 yılın sonunda “Esad’lı bir çözüm” çerçevesinde “toprak bütünlüğü” retoriğine rağmen bu bütünlüğün nasıl sağlanacağının belli olmadığı bir Suriye ile karşı karşıyayız.
10 yıl boyunca tam anlamıyla kurtlar sofrasına dönen, bu kanlı iç savaşın kazananı yok. Esad savaşı kazandı diye düşünülebilir ama barışı kazanması zor görünüyor. Üstelik ortada ülkeden geriye kalan pek bir şey de kalmamış gibi. İdlib ve Fırat’ın doğusu dışında birçok noktada bundan sonra büyük çatışmaların olması beklenmiyor. Özellikle İdlib’deki radikal İslamcıları Rusya’nın rahat bırakmayacağı biliniyor. Ama bu yapıların ne olacağı da belirsiz. Fırat’ın doğusu ise nasıl bir pazarlığa sahne olacak, göreceğiz.
Milyonlarca mülteci, yüzbinlerce ölü ve yaralı, tükenmiş ve harap olmuş bir ülke ile savaşın başında, istatistiklere göre iç savaşın en 15 yıl süreceğini öne sürenler yanılmış gibi görünmüyor.
Ancak, Suriye iç savaşında herkes kendi sınırına dayandı.
Özgürlük ve adetlik şiarı ile yola çıkılan yolda maalesef Suriye halkının hiç de hak etmediği bir noktadayız şimdi. Bu trajedinin yakın ve uzak sorumluları biliniyor. 10 yılın sonunda kendi inisiyatifi ve talepleriyle yola almaya başlayan Suriye halkı gelinen noktada artık belirleyici olmaktan çıkmış; rejim ve muhalefet kaderini başka ülkelere terk etmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle Suriye iç savaşı artık Suriyelilerin olmaktan çıkmıştır. Çünkü yakın tarihte hiçbir iç savaşa dışarıdan bu yoğunlukta müdahale olmamıştı.
Ve maalesef Suriye halkı kendi kaderini kendisi de belirlemeyecektir.