Psikanaliz esas olarak özgül bir düşünme yöntemi ve biçimidir. İç dünyanın mantığıyla, ona uygun kavramlarla düşünmenin yöntemi ve biçimi. O yüzden söz konusu kavramlar, onların bağlamları ve kullanılma biçimleri bilinçli aklımıza zaman zaman tuhaf, aşırı, inanılmaz görünebilir pekala. Söz konusu düşünme biçiminin en temel keşfi, psikanalitik teorinin temelini oluşturan şey, her öznenin içsel olarak bölünmüş olduğudur. Birden dilimizin sürçtüğü, hiç ‘kast etmediğimiz’ bir sözcüğün dilimizden dökülüverdiği sıradan bir sahneyi düşünelim örneğin. Ya da bir sohbetin ortasında, dile getirmek isteyeceğimiz en son şeyi birden, neredeyse hiç farkında olmadan ve kontrolsüzce söyleyiverişimizi. Olan olmuştur, ve diğerlerinin tepkilerinden tam da o ifadenin düz/aşikar anlamıyla anlaşıldığı ortadadır. Ne olmamış gibi yapma ne de düzeltme şansı vardır artık. Rezil olduğumuz duygusu bütün benliğimizi sarar. Yerin dibine geçmek isteriz. Hiç öyle bir niyet taşımıyorken söylemişizdir söylediklerimizi. Sanki biz bile söylediklerimizi oradaki ötekiler gibi tam o anda işitiyor, söz konusu ifadeye aynı anda tanıklık ediyor gibiyizdir. Geri alma imkanımızın olmadığı bir şey bize rağmen zuhur etmiştir sanki, bir şey cebren kendi yolunu açarak varlığını duyurmuştur. B. Fink’in sözleriyle “Söylem asla tek boyutlu değildir. Birden fazla söylemin aynı anda, aynı ağızlığı/ağzı (mouthpiece) kullanabileceğini hatırlamak için tek bir dil sürçmesi yeter”.
Sanki asla müsaade etmeyeceğimiz, hiç rızamızın olmadığı bir şeyi söylemek için biz olmayan bir öteki, bir yabancı bizim sesimizi kullanmıştır. İçimizde bir öteki yer açılmış, tam içimizde bize tabi olmayan, bize karşı sorumlu da olmayan bir şey ortaya çıkmıştır. Kendimizde, benlik duygumuzda tekinsiz bir yarılma, bütünlük ve tutarlılık algımızı/yanılsamasını alt üst eden bir çatlak tam oradadır işte. (‘Kontrolsüzce’ söylenen şeyin bir anlamda en derin arzularımızla ilişkili olabileceği, tam da o şeyi söylemeyi arzulamış olduğumuz hakikatini (“konuşan hakikattir” bahsini) şimdilik bir kenara bırakıyoruz).
“Psikanaliz söz konusu bu Öteki konuşma türünün kısmen lokalize edilebilir bir ötekiden kaynaklandığı varsayımından yola çıkar. Söylenen, ağızdan kaçıveren, evelenip gevelenen ya da çarpıtılan tüm bu kasıtsız sözcüklerin bir öteki yerden, ego dışındaki bir failden geldiği varsayımıdır bu. Freud bu Öteki yere bilinçdışı demişti, Lacan daha da net bir biçimde “bilinçdışı Öteki’nin söylemidir” der; yani, bilinçdışının ego konuşmasıyla aynı yerden gelmeyen bu sözcüklerden oluştuğunu söyler. O halde, bu en temel düzeyde bilinçdışı Öteki’nin söylemidir.”[1]
***
Bilinçdışı-bilinç, biyoloji-dil/kültür, gerçek-simgesel/imgesel, şey-temsil, sözce/ifade-sözceleme gibi bir dizi ikilik biçimde ifade edilmeye ve kuşatılmaya çalışılan bu bölünme kendi arzu ve doyumlarımıza karşı bir tür savunma ile, onların altını oymaya yönelik bazı stratejilerle bir aradadır. Ya da o bölünmenin başlıca edimselleşme biçimlerinden birisidir bu. Güncel gerçeklik düzeyinde örneğin; içimizden en zayıf, güçsüz, kusurlu, başarısız olanları seçme, onları etiketleme, işaret etme, aşağılama, dışlama ve cezalandırmaya yönelik yaygın tavrı, şimdiki bireyci/rekabetçi/performans toplumuna uygun bir tavır olarak rasyonelleştirir ve buna kendimizi inandırırken belki de o öteki düzeyde başka bir şey yapıyoruzdur. Belki de, bu belli bir günah keçisi konumu yaratma ve böylece söz konusu şiddete gerekçe yaratmanın gerisinde, hepimizin kat etmek zorunda olduğu kastrasyonu ifşa etme, bu tehlikeli ihlal suçunu işlemiş olmayı topluca cezalandırma arzusu vardır.
Freud’un başından itibaren yaptığı şey, bu buluşunu/keşfini yerleştireceği teorik çerçeveyi oluşturmak, bunun kavramlarını bizzat yaratmak olmuştur. Ve bunu, Althusser’in dediği gibi tam bir “teorik yalnızlık” içinde yapmaya çalışmıştır. Bu yüzdendir ki bazen en aşırı uçlar arasında salınmak zorunda kalmıştır: Kerameti kendinden menkul mitlerin (“Totem ve Tabu”nun ilk klan miti) savunusu ile Oidipus bağlamında erkeğin somut cinsel organını kast etmek, bunda ısrar etmek aynı teorik gövdede yer alabilmiştir. Örneğin P. Ricoeur’ün psikanalizi bir hermönetik/yorum bilgisi bir energetic/enerji ve güçler bilgisinin zorunlu bileşimi olarak görmesinin ötesinde (ya da berisinde) bir meseledir bu. Lacan, tam da o teorik çerçeveyi, o teorik alanı yaratmak konusunda daha ileri bir adım atmış, o soyutlamayı ileri taşımıştır.
***
Her şeyin mümkün olduğuna inandığımız zamanlar vardır. İçimizde, hayatlarımızın bambaşka olabileceğine dair sevinçli bir hayalin/arzunun uç verdiği, patladığı zamanlar. Umut zamanları, neşenin, meydan okumanın ve cesaretin. Hiç tereddüt etmeden dünyayı değiştirmek için yola koyuluruz o vakit. Ortak geleceğimizi yaratmak için. Yaptığımız herşeyi sevgiyle, aşkla, hiçbir karşılık beklemeden yaparız. Hiç durmadan genişleyen bir göğün altında ışıkla dolar yeryüzü. Bütün ilişkiler eşsiz bir kardeşlik ve dayanışma bağıyla yeniden kurulur. Başkalarının kusur ve yetersizliklerini sayıp dökmenin yerine sahiplenmek, birlikte dertlenmek geçer. Her birimizin acı ve çaresizliğini hafifleten, pay eden bir ortaklık çoğalır mütemadiyen. İnsanlar arasında o zamana kadar imkansız görülen bir eşitlik zemini oluşmaya başlar.
Altmışların sonunda başlayıp yetmişlerin sonuna doğru sönmeye yüz tutan dönem böyleydi benim için. Söz konusu o toplumsal/politik pratikler içinde başka bir insanlık halinin belirdiği, insanın kendini aşması denen şeyin ete kemiğe büründüğü o dönem, Türkiye’de “12 Eylül”den çok önce, o parıltının yarattığı baş dönmesi, telaş ve kamaşmayla ne yapacağımızı bilemediğimiz, o sarhoşluğa aldandığımız ve hastalıklı bir özgüvenle hoyratlığa savrulduğumuz, kaba sabalaştığımız için çoktan kapanmaya yüz tutmuştu. Sonra “12 Eylül” oldu. Geride kalan herşeyin un ufak edildiği karanlık yıllar. Hikayenin bu kısmı zaten biliniyor.
Althusser 70’lerin söz konusu aşırı hareketliliğinin ve aceleciliğinin ıskaladığı önemli bir Marksist teorisyendi. Onun “12 Eylül”den hemen sonra kasım 1980’de -muhtemel bir delilik ve dehşet anında- eşini öldürmüş olduğunu bir okul kantininde öğrenmemden sonra, o üzüntü, acı ve yalnızlığın üstüne bir de bir takım heriflerin “Althusser efendi, demek mesele Marksizmden/politikadan ibaret değilmiş, psikoloji/psikanaliz de, insan ruhsallığı da önemliymiş” anlamına gelecek kalpsiz ve düşmanca yorumlarına rastlamak bahtsızlığı eklenmişti.
Unutamadığımız kitaplar, makaleler vardır. Sonra işte, 1982’de “Yazko, Felsefe Yazıları” dergisinin 1. sayısında yer alan Althusser’in “Freud ve Lacan” makalesi çıkageldi -hem içeriğiyle hem de önceki üzüntümü bir bakıma telafi etmesi, o alaycı yorumlara karşı okkalı bir cevap, tam bir tekzip olmasıyla, müthiş bir hediye olarak. Çeviriyi yapan Selahattin Hilav’ı da yad ederek, bu önemli makaleden uzun bir alıntıyla bitireyim:
“Freud’un kuramsal yalnızlığından söz ediyorum. Gerçekten de, pratiğinde her gün karşısına çıkan olağanüstü buluşu, bir tutarlı soyut kavramlar sistemi olarak düşünmek, yani dile getirmek istediğinde, kuramsal öncüler ve kuram alanında ustalar bulmak için ne kadar didinse, çabası boşa çıkıyordu. Freud şu kuramsal durumun acısını çekmek ve bu durumu yoluna koymak zorundaydı: Kendisinin babası olmak; buluşlarını koyacağı kuramsal alanı kendi zanaatkar elleriyle açmak, sağdan soldan ödünç alınan ipliklerle, insanların uyudukları zaman bile konuştuğu için dilsiz dedikleri bilinçdışının bereketli balığını kör deneyimin (tecrübenin) derinliklerinde yakalamayı sağlayacak büyük ağı görmek…
Lacan’ın ilk söylediği şu: Freud, ilke olarak, bir bilim kurdu. Bu yeni bilim, yeni bir nesnenin yani bilinçdışının bilimidir.
Kesin ve açık bir ileri sürüş söz konusu burada. Öz nesnesinin bilimi olduğuna göre, psikanaliz gerçekten bir bilimdir ve aynı zamanda, bütün öteki bilimlerin yapısı uyarınca da bir bilimdir (olmalıdır). Yani özgül bir pratik içinde, nesnesinin bilgisini ve dönüşüme uğratılmasını olanaklı kılan bir kurama ve tekniğe (yönteme) sahip olmalıdır. Her kurulmuş gerçek bilimde görüldüğü gibi pratik, bilimin mutlak bir öğesi değil, kuramsal olarak bağımlı bir uğrağıdır ve bu uğrakta, yöntem haline gelmiş kuram (teknik), kendi öz nesnesiyle (bilinçdışı), kuramsal (bilgi) ya da pratik (tedavi) ilişki içine girer…
Psikanalizin nesnesi nedir? Bu nesne, psikanaliz tekniğinin tedavi pratiğinde ele aldığı şeydir; yani, tedavinin kendisi değildir; önüne gelen fenomenolojinin ya da ahlakın, aradığını kolayca bulduğu o sözde ikili durum da değildir. Bu nesne, doğumdan Oidipus’un ortadan kaldırılmasına kadar süren ve bir kadın ile bir erkekten türeyen hayvan yavrusunu, bir insan yavrusuna dönüştüren olağanüstü serüvenin, canlı kalmış yetişkinde süregiden “etkileri”dir…
Lacan, yeni bir bilim, yani dilbilim ortaya çıkmamış olsaydı, gerçekleştirdiği kuramlaştırma girişimini yapamayacağını kabul edecektir kuşkusuz. Bilimlerin tarihi böyle ilerler işte; bir bilim öteki bilimlere başvurarak, onları dolanarak bilim haline gelir ancak ve başvurduğu bilim, onun vaftizinde hazır bulunan bilimler değildir yalnızca; öteki bilimlere geç katılan, doğması için belli bir zaman gerekli olan yeni bir bilim de olabilir bu. Helmoltz ve Maxwell termodinamik fiziği modelinin, Freudçu kuram üzerine düşürdüğü koyu gölge, yapısalcı dilbilimin, psikanalizin nesnesinin düşüncede kavranabilmesi olanağını yaratarak bu nesneyi aydınlatmasıyla bugün ortadan kalkmıştır. Freud, herşeyin Dile dayandığını söylemişti daha önce. Lacan iyice açıklıyor bunu: “bilinçdışının söylemi, bir Dil gibi yapılaşmıştır” diyor. Önemsiz ve yüzeysel sanıldığı halde, hiç de böyle olmayan ilk büyük yapıtı Rüyaların Yorumu’nda Freud, rüyaların bütün çeşitliliklerini ikiye, yani yerdeğiştirmeye ve yoğunlaşmaya indirgeyerek mekanizmalarını ya da yasalarını incelemişti. Lacan, yerdeğiştirmeyi ve yoğunlaşmayı, dilbilimde düzdeğişmece ve eğretileme diye adlandırılan iki temel değişmece olarak görür. Böylece sürçme (lapsus), boşa giden edim, espri (nükte) ve belirti (hastalığın belirtisi) tıpkı rüyanın öğeleri gibi, bastırılmanın bilinip tanınması içinde, insan öznesinin sözsel söyleminin zincirini sessizce, yani sağır edercesine çiftlendiren ve bir bilinçdışı söylemin zincirine kazınmış olan İmleyenler haline gelirler. Yine böylece, dilbilimcilerin bildikleri bir paradoksla; çifte alan olarak yalnızca tek bir alana sahip olan ve kendisinden başka bir ötedünyası bulunmayan çifte ama yine de tek, bilinçdışı ama yine de sözsel bir söylemle, yani “İmleyen Zincir”in alanıyla karşılaşırız. De Saussure’ün ve ondan kaynaklanan dilbilimin en önemli edinçleri de işte böylece, öznenin sözsel söyleminin olduğu kadar bilinçdışının söyleminin sürecini ve bunların arasındaki ilişkiyi, yani ilişkilerine özdeş olan ilişki yokluğunu; kısacası çift kat edilmelerini ve yerlerinden oynatılmalarını kavramada, hak ettiği yeri almağa başladı. Ayrıca, bilinçdışının, bütün felsefi-idealist yorumlanımları; bilinçdışının ikincil bilinç, kötü niyet (bilmezlenme) (Sartre), geçerliği olmayan bir yapının kanserli kalıntısı ya da anlam-olmayan olarak yorumlanması (Merleau-Ponty); yine bilinçdışının biyolojik temelli bir en ilk “İd” (Jung) olarak yapılmış bütün yorumlarının gerçek yüzü ortaya çıkıyordu; yani bunların bir kuram başlangıcı değil de hükümsüz “kuramlar”, ideolojik yanlış anlamalar olduğu görülüyordu.”
[1] B. Fink, Lacanian Subject, Princeton Uni. Press, 1997, s.3-4 (Türkçe çevirisi: Lacancı Özne, çev: Kemal Güleç, Encore, 2020)