Kabulleniş Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

Erdemlerin kılıçsız şövalyesidir; kılıçsızdır ama her yeniden teşebbüsünün fitili onunla ateşlenir, her sonda ve her başlangıçta onun da payı vardır: kabulleniş... Gelgelelim, kişi açısından belki de en zor edimlerden biridir kabullenmek: sızılı bir mağlubiyeti, geçip gitmiş ama damakta tortuları kalmış tatlı bir zaman parçasını, ya da düpedüz bir fiyaskoyu, gelip yoklayan bir yoksunluğu, dahası kâh külçeleşmiş kâh pamuk ipliğine bağlı bir geçmişi... Patırtısız bir kabulleniş, hazmetme faslı nadirattandır; zira Behçet Necatigil’in denklemiyle yalnızlıkları da besleyen gurur her türden kabullenişin önüne dikilir. Ve insan, yazık ki, haysiyet mefhumuyla gururu çoğun birbirine karıştırır, oysa bu ikisi apayrı şeylerdir... Gurur, genellikle kötü cinsinden bir inattan el alır: gurur maskesinin gerisinde katılık, dik başlılık, taviz vermezlik, aldırışsızlık olarak işleyen şey inattan başkası değildir. İncindiği, kırıldığı için kendinde incitme ve kırma hakkını gören gurur; hasarsız bir kabule pek yanaşmaz, içeriye ya da dışarıya doğru, zehrini mutlaka akıtmalıdır. Akıtılan zehirden sonra geriye kalan o boşluk, o sükunetse bir kabulleniş, bir ferahlama değil, sonraki daha yüksek bir kırılma ve kırma savaşımına hazırlık için geçici bir uğraktır sadece. Zehrini kusmak kadar, yeniden zehirlenmek, zehirlenmeye açık olmak da kendi haz mekaniğine sahiptir: gurur sinsi bir tekrar döngüsünü yürürlüğe sokup, kendi hafızasını da yanına alarak kişiliği büsbütün ele geçirme hedefindedir; uyanık olunmadığında geçirir de... Aşklardaki yahut dostluklardaki bağları çözüp el altından kendi hükümranlığını kurması, garip bir bağ ve bağlanma diyalektiği oluşturması mümkündür; parça parça eksilmeye, solup tükenmeye doğru yol alan bağlar: gurur yalnızlıkları çoğaltır, ne çare...        

***

Elbette haysiyet de zedelenir, hatta bazen fena dağılır, ama haysiyet uğradığı haksızlıklardan ötürü gurur gibi ortalığı ayağa kaldırmaz; zira kendi savaşını usulca sürdürür, yeniden ayağa kalkma mücadelesini asaletle buluşturur, kin tutmaz... Üstelik dağılmanın nedenleri üzerine tefekkür eder, efkârlanır; sorumlu tutulan hep dış dünya değildir, kendi suçlarını, yetersizliklerini hasıraltı etmez... Bir vakitler kendisine refakat eden sadakat rejimlerinden, bu rejimlerdeki hakikat istençlerinden ayrı düşmüş olabilir, ama az biraz toparlanınca yeniden aramaya koyulur onları, bulur ya da bulmaz; belki yeniden yaratır, ve bu süreçte vakarlık gururun değil, haysiyetin nişanesidir: hasarları, acıları, yoklukları kabul etmek haysiyetin şanındandır... Kabullenmek pasif bir konuma demir atarak boyun eğmek ya da tevekkül etmek, sorumluluklardan istifa etmek değil, bilakis öznenin kendi kuvvetlerini olduğu kadar zayıflıklarını da masaya yatırdığı, bunlar üzerinde dürüstçe işlem yaptığı bir süreçtir. Tahrip olmuş bir öz-saygıyı tadil etmenin yolu yeni saygısızlıklara imza atmak değil, onu yeniden kazanmak için hakkaniyetle çaba göstermektir. Kabullenme erdemi bu çabanın yakıtıdır...

***

Kaygı yalan söylemez diyordu Lacan: kabul, ama kaygı geçmişin değil, geleceğin hanesine kurulur, şimdiyi karartmak, yerinden etmek üzere. İnsan iki şeyle aynı anda boğuştuğunda mutlaka bozguna uğrar: geçmiş ve gelecek iki güç olarak bireye dadandığında varlık tarumar olur. Bu mağlubiyetin acı kaybı ise şimdi addedilen zamanın yitimidir. Kişinin şimdiye yerleşmesi, şimdide olduğunu bilmesi ve duyması için sadece geçmişin değil, geleceğin olası imgelerinin de aradan çekilmesi, doğru söyleyen kaygıların yatışması, bunun için de konuşkan kaygılarla bir diyalog zemininin kurulması gerekir. Bununla birlikte, “yarının kaygısı yarının olsun” diyen İsa, kaygıyı tecil etmez ya da hafife almaz, daha ziyade özneyi şimdiye çağırmak üzere gelecek zamanı askıya alır, zira bugünün kaygıları bugüne yetiyordur: kaygı yalan söylemiyordur ama şimdi ya da bugün açısından fazladır. Öznenin sırtına harici yük bindiren bu fazladan kurtulmak için geleceğin belirsizliklerinin bağra basılması, meşakkatli de olsa kabullenilmesi gerekir, şimdideyken...

***

Geleceği teskin etmek geçmişi teskin etmekten nispeten daha kolaydır sanki: gelecek, kaygılar yüklenerek fazlalığıyla geliyorsa geçmiş de kimi telafisizlikler, pişmanlıklar, hatalar ve zaaflar üstlenerek kendi eksiklikleriyle geliyordur... Olaylarla, kaçırılmış fırsatlarla, deneyim kristallerine dönüşen karşılaşmalarla geçmiş; geleceğe nazaran daha çetrefil, daha yoğundur. Gelecek kaygılar kuşanıyorsa, ve oradan yükleniyorsa özneye, geçmiş de Marx’ın sözüyle insanın üzerine çoğun bir kâbus gibi çöküyordur; Freud’un neredeyse tüm mesaisi de bu kâbustan uyanmaya hasredilmiş değil midir zaten... Bu durumda insan için esas müşkülat geçmişi kabul etmek, bir kâbustan uyanmaktır. Fakat insan dolambaçlı yollardan kâbuslarına da bağlanmış olabilir, kaldı ki, ister sevimli düşlerden ister kâbuslardan olsun; uyanmak önünde sonunda sarsıntılı, rahatsız edici bir süreçtir. Geçmiş uykusundan uyanmak da öyle... Bununla birlikte, eksikliği olduğu kadar fazlalığı da olabilir geçmişin, Melih Cevdet’in şu zarif dizesinde titreştiği üzere: “geçmişin fazlalığını sınadı yüreğim.” Geçmişin eksikliği yahut fazlalığı bir yana; geçmişi unutmanın yahut geçiştirmenin değil, sınamanın yürekle icra edilmesi, yürekle karşılanması... Zihin ya da hafıza, evet ama yürek de gereklidir geçmişle münasebette. Zira geçmiş genellikle kayıplarla duyurur kendini: çarçur edilmiş gençlikler, mutlu ya da mutsuz çocukluklar, yeşerip solan umutlar, parıltılı fikirler, kimi tılsımlı aşklar... Kişi geçmişteki deneyimlerinin toplamı değil, bir bileşkesidir. Bu bileşkeye geleceğe hazırlık, şimdide oturum imkânı yaratmak için tek bir şey dayatılır: geçmişi unutmak...

***

İnsan gerek kendi geçmişini gerekse içinde yaşadığı toplumun geçmişini neden unutsun ki, ona türlü sıkıntılar, çaresizlikler yaşatmış olsa da: geçmişin arzusu sahiden unutulmak mıdır? Toplama kampları, türlü kırımlar, bitmeyen kurbanlar ve cellatlar üzerinden bu soruya hayır cevabını verir V. Jankélévitch:

“Sonuçta her şeyi istila eden unutmanın karşı konulmaz dalgası ile belleğin ümitsiz ama kesik kesik protestoları arasındaki mücadele eşit değildir; bağışlamayı savunanlar bize unutmayı tavsiye ederken öğütlenmesi hiç gerekmeyen şeyi öğütlemektedirler: Unutkanlar bununla kendileri ilgilenecektir, tek talepleri budur. Bizim  merhametimizi ve minnettarlığımızı talep eden geçmiştir; çünkü geçmiş, şimdiki zamanın ve gelecek zamanın kendini savunduğu gibi tek başına savunmaz kendini.”1

Hafızanın kesik kopuk protestoları unutma dalgası karşısında büyük ölçüde hükümsüzdür. İstilaya rağmen hafıza habis bir enerji dalgasına tutunarak hınç ataklarına meyletmeye değil, daha çetin bir göreve davet edilir: geçmişe sadakat, şükran ve minnettarlık geliştirme... Bireysel ya da kolektif; geçmişe sadakat tutuculuk değil, onda değerli olana yönelik bir tutum, bir arayış, bir ısrardır... Bu sessiz minnettarlıkla, bu yapıcı şükranla mukayese edildiğinde hukuki tonlarıyla hesaplaşma ya da yüzleşme kavramları hâlâ ne kadar ekonomik, ne kadar hırçın, hâlâ ne kadar kâr ve zarar ilişkilerine, maliyet hesaplarına, bilançolara tabidir: Geçmişi kabullenmenin değil, onu unutarak, mümkünse bir daha hiç hatırlamayarak bağışlamanın koşulu olarak öne sürülen hesaplaşma hamleleri; buz gibi bir aklın hakemliğinde...

***

Sadakatin sevgi ile ilişkisini tartışan Comte-Sponville, sadece iki kişi arasındaki aşk bahsine değil, öznenin hem sevme kapasitesindeki genişliğe, hem de sevilmeye açık ve müsait olma durumuna işaret ederken yaşamın değeri meselesi üzerinde durur: aşk bu değeri teslim eder, nefrete yahut kine bağlılık sadakatle yahut sevgiyle değil, hınçla rabıtalıdır. Eksiklikleri ve fazlalıklarıyla bir geçmişi kabullenmek, unutmaya zorlanmadan, daima hatırlama burgacına tutulmadan... Anday’ın yürek vurgusu hep devrededir. “Aşkın öbür adı / kentlerde kaybedilmiş bir savaşın tarihidir” diyen Turgur Uyar da aşka atıfta bulunur. Ama mesele burada girift bir hal alır, aşkın bir de öbür adı vardır artık: kaybedilmiş bir savaşın tarihinde, geçmişinde saklı olan bir ad... İyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle, doğrusuyla yanlışıyla öznenin bir geçmişi omuzlaması, şimdiye varmak için adımlaması, tereddüt ve ürpertilerle, yine yürek motifiyle, şu dize de Uyar’ın: “ürkek yürek bütün geçmişi kabulleniyor.”


1 V. Jankélévitch’ten aktaran: André Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 39.