Mesele korkuyu bastırmak, savuşturmak, siyaseten yönetip idare etmek mi sadece, belki de öyledir... “Korkunun tadını” dahi unutan Macbeth gibi trajik karakterlerin yerinde yeller esiyor şimdilerde. Trajikten komiğe geçiş değil, kozmik bir maskaralığa düşüş... Bu düşüşte arzunun genel yıkımına mukabil korku da bir haz olmaktan çıkmak üzeredir; soğuk sırıtışlarla simülasyonların, dijital oluşumların çağı ne de olsa: sanal iştahların, görsel ve işitsel imgelerin gemi azıya aldığı, hazzınsa kalbura çevrildiği vakitler... Ama eski şablonlar, çerçeveler baki. Tıpkı acılar gibi korkuların da hâlâ hiyerarşisi var: aç kalma, terk edilme, unutulma, yalnızlık, kabul edilmeme korkusu... İştahları kışkırtan egemenler ölüm korkusuna galebe çaldıkları kanısındalar. Ama zaman algısının kıyısında köşesinde bir yerlerde, bu dizilimin tepe noktasında hâlâ tek bir baskın korku hüküm sürmekte: ölüm korkusu. Ne ölümden korkmanın ne de ölümü düşünmenin ayıp olduğunu yazıyordu Nâzım Hikmet de: kınanacak, hakir görülecek ahlaki bir ayıp ya da zaaf değil, insani bir duyuş, bir hissediş olarak ölüm korkusu, ve bu korku üzerine tefekkür etme isteği...
***
Ölümcül bir hastalığa tutulmuş bir kişinin ölüm karşısındaki cesaretinin ve kabullenişinin fırtınalı bir denizde çırpınan bir denizcinin cesaretinden daha kıymetli olduğunu öne sürüyordu Aristoteles: birinde umut tükenmiş, diğerinde ise hâlâ mevcuttur... Umut ve korku arasındaki ezeli diyalektik kapışmada, bilhassa modern devlet yapılanmasına geçişten itibaren ibrenin korkuya kaydığı, hatta korkuda kilitlendiği; umudunsa kesik kopuk titreştiği aşikâr. Hobbes’un gölgesinin eksik olmadığı modern iktidar düzleminde ölüm doğal olma vasfını yitirmiştir: doğum gibi ölüm de doğallıktan uzaktır artık...
***
Büyük mizah yazarı Michel Foucault zehir gibi şeytani bir bakışla insandaki doğa da dahil genel manasıyla doğanın yitimini; “cinsellik tertibatındaki” haz tasarruflarının nüfus, ulus ve tıbbi söylemlere istinaden iktidar şebekeleri tarafından ele geçirildiğini kılı kırk yararak tartışıyordu. Cinselliğin tarihini soruşturduğu o muntazam çalışmasına “iyi de hiç cinsel organ yok bu kitapta” yollu eleştirileri ise susarak ve tebessümle karşılamıştı. Ölüm üzerinde hakkın, yaşam üzerinde iktidarın tesis edildiği bir varoluş sathında beden deyince sahiden ne anlaşılıyordur: paranoya ve şizofreni hatlarında, zorunlu çalışma ve aylaklık arzuları arasında bir bölgede kıstırılmış; sinir sistemi çökertilmiş, nevroz ve psikoz arasında biçare, en ufak bir hazzına suçluluk duygusunun üşüştüğü bir bedenin bütünüyle kolonileştirildiği bir süreçte kıçlar, falluslar, vajinalar; ancak şaka olabilir bunlar... Ya da son Fransız Bernard-Marie Koltés’in Roberto Zucco adlı oyunundaki çalçene gardiyanların cinsel organ sohbetleri, sıkıntılı bir yokluğun, muzip bir anlamsızlığın etrafında:
“Ben ki altı yıllık gardiyanım, hep katilleri
gözledim, bunların benden, yani bıçaklama ya da boğma yetisi
olmayan, hatta bunun fikrini bile tasarlayamayacak bir hapishane gardiyanından farkını nerede bulabilirim sorusuna cevap aradım. Düşündüm, aradım, hatta onları duştayken izledim. Bana öldürme içgüdüsünün cinsel organdan kaynaklandığını söylemişlerdi. Altı yüzden fazla gördüm, gel gör ki, aralarında hiçbir ortak nokta yok; kalınlar var, küçükler var, inceler var, minicikler var, yuvarlak olanı var, sivrisi var, kocamanlar var, sonuç olarak bundan bir şey çıkmadı.”1
Hergele gardiyan sonradan açılıp genişlik kazanacak, fikrini bulacak bir sezgiyi dillendiriyordur sadece; tatlı bir edepsizlikle, ama adlı adınca. Öldürme içgüdüsü, özgür aşk yahut haneli-aileli sevgi, resmi yurttaş doğumları, tatmin ve gevşeme, ya da üreme ve doğum fasıllarında kalınlar, inceler, sivriler, yuvarlaklar, siyahlar, beyazlar... hepsi var ama fallus yok: Tanrı’nın ölümü babanın, otoritenin, simgesel fallusun yanı sıra, tüm organları da silip süpürmüştür; bu yoklukta cümle kâfirler, münafıklar da boşa düşmüştür... Tüm tantana, nefret tutulmaları da bundan galiba... Bir Yasa, reaksiyonları karşılayacak bir muhatap, itirazları kabul edecek bir odak, görünme arzularını tasdik edecek bir makam; karşılıklı bakışma düzlemleri, konuşulacak bir dil, insani eylemlerin bir referans noktası, cezalandırılma yahut mükâfat mekaniği yoktur artık. Dolayısıyla ihlal de yoktur... Nietzsche o şahane kem bakışıyla “maymunların cirit atması”, cıyak cıyak bağırması olarak görüyordu güç istenci için yapılan tüm modern çırpınışları, ve bu güç istenci çırpınışlarının oluşturduğu başlıca söylem tarzı olarak da köle ahlakına hücum ediyordu... Kölelik bir müessese değil, daha ziyade bir tin fukaralığı, bir ruh zayıflığı ve yakışıksızlığıdır... Bu ahlakta olumlu olana, yaşamı zenginleştirme güdülerine imkân tanınmaz. “Biz iyiler ve adiller” diye söze başlayan, müphem bir “bize” yerleşerek konuşan öznelerin ciğerlerindeki habis tutkuları, vahşet fantezilerini, hınç düşlerini mahkûm eder Nietzsche, özneye bir alan açmak için... Çağdaşı Marx da Gotha Programının Eleştirisi’nde emeğin en yüce değer olduğu, tüm zenginliğin kaynağını teşkil ettiği yönündeki çürük çarık bakışlara, dahası burjuvaziden mülhem ya da değil, muhtelif eşitlik söylemlerine cin ifrit olduğunu yazıyordu, mevcut eşitsizlikleri yeniden ürettikleri, dahası politikanın özgürlükle rabıtasını kararttıkları için... Korku karşısında elbette ve daima umudun titreşimleri, canlılıktan yana atılan o belirsiz zar, hayata yönelmiş sarsak arzu; enkazdan farksız bedenlere rağmen: hep siyaset.
***
Umuda dudak büken, ona kederli, demek pasif düşürücü duygular kümesinde yer açan Spinoza; korku gibi yıkıcı duygulanımlar karşısında “ruh sağlamlığı” (animositas) mefhumuna işaret eder: şimdiyi kasıp kavuran hallere bakıldığında nasıl da müthiş bir iddia, müthiş bir kudret teyididir bu; özne kendi varlığını koruma ve devam ettirme çabasında yalnızca kendi aklının, kendi içindeki tabii ışığın buyruklarına tabi olmalıdır. Elbette en zorudur bu, yaşama çabası, hayatta kalma direnci olarak conatus sorunsuz bir akışa, gerilimsiz pürüzsüz bir oluşa bağlı değildir. Bilakis bu ontolojik çabanın kendisi daima sallantıdadır, ruh sağlamlığı hemen yanı başındaki ruh çürüklüğünün; sevinç ona gözlerini dikmiş kederin, güç bela itidal makamına varmış haz ona dişlerini gıcırdatan hasetin, ölçüsüzlüğün potansiyel saldırı riski altındadır. Ve daha da önemlisi bireylerin ruh sağlamlığını darmadağın etmek üzere kurulu iktidar oluşumlarıdır; tesadüf ya da zorunluluk, yaşama hakkı da dahil tüm hakların iktidara devredildiği o uğursuz sözleşme ânı ve o gün bugündür demokrasinin telafisiz kaybı... Ruh sağlamlığı, tekil varlık açısından bir tür iç demokrasisi gibidir, öznenin kendi anayasasını kendisinin kurduğu, ruhsal varoluşunun ilkelerini kendisinin tayin ettiği, diğer tüm varlıkların yaşamlarına özel bir sevgi değilse de saygı duyduğu bir demokrasi: yaşam çabası kendi içinde bir dengeyi şart koşar, kesilmeler, sarsıntılarla da olsa gayretin sürekliliği esastır. Ölümden daha meşakkatli olansa her durumda hayattır, nitekim ölüm korkusunun ardında yaşamdan duyulan daha enerjik, daha felç edici bir korku dalgalanır. Türlü ıstıraplar, gündelik sızılar, monotonluklar, can sıkıntıları, çaresizliklerle bezeli hayatın belli bir verim ve denge tutturarak devinimi sağlanmalıdır. Ruh sağlamlığını kurmuş bir özne, Spinoza’ya göre, sevinç içinde varlığını sürdürmek için çabalar. Sevinç ve çaba, ya da çaba ve sevinç: hayatı kımıldatma, ritmi sürdürme ve muhafaza etme hususunda kaçınılmaz bir zahmet ve meşakkat söz konusudur, ve her çaba onu silmek, dağıtmak, geçersizleştirmek üzere işleyen kimi çizgiler tarafından tehdit altındadır... Şiddetse dengenin yitimiyle, çabanın kesintiye uğratılmasıyla vuku bulur...
***
Ölüm bir sondur, kapanmış bir hayat, bir kesinliktir. Hayatsa henüz kapanmamış olmasıyla, belirsizlikleriyle bir yük değil, bir imkânlar alanıdır. Ama bir mazeret ya da varoluşu haklı çıkaran bir olgu da olabilir mi ölüm? Selçuk Baran ölüme başka bir pencereden bakar; Türkan Hanım karakteri özelinde ölüm ve haklılık arasında yer alan loş bir sahaya uzanır, rahatsız edici kimi fikirler öne sürerek:
“Ben insanları sevmiyorum. Bunu rastgele de söylemiyorum. Uzun uzun düşündüm. Gerçekten sevmiyorum. Yaşayışları ilgilendirmiyor beni. Şimdiye değin tanıdıklarıma, ne yapıp ettiklerini sorduğumu gördün mü hiç? Aptalca yakınmalarını, kısır isteklerini, gerçekleştirmeye uğraştıkları şeylerin zavallılığını, küçüklüğünü... Düşündüm, çok düşündüm. Sonunda insanların hiç değilse haklı olmaları gerektiğine karar verdim. Kötülük, budalalık, şımarıklık yaparken, türlü hesaplar, cimriliklerle kendilerinin ve başkalarının hayatlarını kısırlaştırırlarken bile haklı olmaları gerekirdi. Masum bir genç kızın yüreğini incittiklerinde bile. Başkalarını ölüme, açlığa, yalnızlığa, türlü acıları çekmeye bıraktıklarında da... Hiç değilse haklı olmalıydılar. Evrensel bir haklılıktan söz ediyorum, -ne diyorsunuz adına, gâvurca bir sözcük vardı- evet, metafizik bir haklılıktan... İnsanlar haklı değillerse eğer neden yaşıyorlardı, hem de hiç ceza filan görmeden? İnsanları haklı çıkaran bir tek durum saptadım: ölüm. İnsanlar öldüklerine, ölüp gittiklerine göre haklı olmalıydılar. Bu yüzden ölümlerine ilgi gösterdim: Aptallıklarını, kıyıcılıklarını, adam sendeciliklerini, cimriliklerini aklayan tek özürlerine senin anlayacağın...”2
Türkan Hanım’ınki basit bir ölüm takıntısı değil; yorucu düşüncelerden sonra varılan bir hakikat daha ziyade. İnsanlar sevilmiyordur, ama nefret de edilmiyordur onlardan: nefretin yönetimi özneyi faşist sızmalara karşı sigortalı kılar. Mevzu bir türün yeryüzündeki varoluşunun kökünü kazıma değildir. Ortada bir değer problemi vardır. Ölüm değer yoksunu varlığın yaşamındaki kabalıkların tek özrüdür. Sahiden de evrensel bir haklılığı temin eder mi bu özür?
1 Bernard-Marie Koltés, Roberto Zucco, çev. Ezgi Coşkun Yetiş, İstanbul: Mitos Boyut Yayıncılık, 2019.
2 Selçuk Baran, Kış Yolculuğu, İstanbul: YKY, 2020, s. 27-28.