İnsan nasıl da küstah bir varlık: daha doğru düzgün kendisinin bilgisine, rüyasına, sesine kavuşamamışken “dış dünya” hakkında boyuna ahkâm keser. Kendi içi, o da kaldığı kadarıyla tabii, esasında darmadağınıktır, ama yine de dünyaya çeki düzen vermeye kalkışılır; üstelik adına da değişim denilir bu kepazeliğin. Kepazeliktir zira hakkında en ufak bir fikrin bulunmadığı varoluş tarzları geçirimsiz kimi söylemlere istinaden değiştirilmek, tiranca bir arzuyla hizaya getirilmek istenir. “Gökten inen taze ekmek” gibidir hem sözleri hem de varlıkları: bir ısırık alanlar ebediyete, alamayanlarınsa vay haline… Kâinatı ışığa boğan hakikat meşaleleri taşınıyordur sanki ellerde. Meşalenin aydınlattığı çemberler dışındaki tüm uzamın parlatılması icap eden karanlıklarla kaplı olduğu varsayılır. Hareket için, dünyanın kafasına vura vura söz söylemek, yorumda bulunmak için bu varsayım gereklidir. Işık ve huzur için, verim ve iyilik için, aşk ve neşe için: Orası değil, burası; o değil, şu; öyle değil, böyle...
***
Oysa kimin sabrı ve cesareti vardır tek bir insanı dahi olsa önyargısız tanımaya, ahlaki kategorileri, bilimsel-ideolojik kıstasları, deneyim kalıntılarını yürürlüğe koymadan onunla bakışmaya, fikirlerini işitmeye; yüreğinin dip köşelerinde kalmış hakikatlere temas etmeye... “Ah, kimsenin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya” diye sitem ediyordu Gülten Akın: zamanın, ilişkilerin “kalın fırça” darbelerinden incindiğini kendinden bile saklayarak… Vakit ganimet, ince şeyleri anlamak yahut duymak lüzumsuz: her şeyi aklayan o sevimli hız, orada bekleyen ıslak haz, ve durmaksızın çoğalan medeni kabalıklar... Nüanslar, kırılmalar, etkiler, dönüşümler, tüm “ince şeyler” için içeri girmek; ya da hiç değilse –müsaade edilmiş- bir kıyıda konum almak, oradan bakmak, dinlemek gerek. Zahmetli olduğu kadar gereksiz de bir çabadır belki bu. Dışarıdan, yüzeyi tarayan bakışlar atarak, sinsi sırıtışlarla yetinmek, hatta için için alay etmek çoğun kâfidir. Alayların, pasaklı tebessümlerin, iğnelemelerin gerisinde güya bir ilgi yahut iyi niyet de yankılanıyordur: tüm emirleri, değişim adına öne sürülen despotlukları haklı çıkaran tılsımlı bir ilgidir bu. Üç kuruşluk bu buyurgan seslere bakılırsa kişinin uzak düştüğü bir merkezi, perdahlayamadığı bir cevheri vardır: oradan uzak düşüldüğü içindir zaten bütün mutsuzluklar, huzursuzluklar… Neyin mutluluk neyin mutsuzluk, neyin huzur neyin huzursuzluk olduğunun onayı da bu meşaleli faillerden geçer elbet.
***
Sadelik değil, iri fiyakalı laflar; anlama gayreti değil, yargılama hazzı; sükûnet değil, gürültü patırtı hâkimdir tüm bu yorum cümbüşüne, tanıma iddialarına; bazen yıllanmış yakınlıklara atıflarla... Yakın ya da uzak, dış dünya her durumda bu meşaleli kişilerin kendi iç optiğinden geçerek anlamlar edinir; içe saplanıp kalmış, oradan bir milim sapmamaya yeminli özne bir öz-düşünüm, kendi üzerine tefekkür sürecinden damıtarak sözünü ve bakışını meşrulaştırdığı kanısındadır tabii. Kendilerini “bir evrensel kurtuluş” sanışları da bu kanıya dayanır zaten. Basmakalıp anlamlar, mesnetsiz fikirler, firesiz sözler; dışarıya taştığında bile esasında daima kendi yörüngesine çekilen, kendi etrafında dönen bir dil… Bu dilde bilinemez olana, erişilemez olana, boşluklara, yırtıklara, susma noktalarına, dokunulamaz olana pay bırakılmaz. Merak, görme iştahıyla birleşerek istilacı bir veçhe edinir. Ne var ki, kişi kendini terk etmeyi bırakamadığından, önünde sonunda yüzeyde kalınır: hiç konuşulmamış, hiç bakılmamış, hep başlangıç noktasında kalınmıştır... Kabuklarla geçirilen ziyan zamanlar, ve geride sadakat duyulacak, değerli diye muhafaza edilecek neredeyse hiçbir şeyin kalmaması; bölük pörçük, kar taneleri gibi uçuşan, anlamdan yoksun hatıralar hariç: ezeli yabancılığın zaferi… Dışarı ve içeri arasındaki düğümlere, Lydumila Petruşevskaya “Olgunlaşmamış Bektaşiüzümleri” öyküsünde nazikçe eğilir, bir imkânsızlığı çelebice kabul ederek:
“Dış görünüş, örneğin bir insanın nasıl yemek yediğini, nasıl yürüdüğünü, nasıl konuştuğunu ve ne dediğini, öğretmene nasıl yanıt verdiğini ya da parkta nasıl konuştuğunu gösterir, ama içinde nasıl bir yaşamın akıp gittiğini hiç kimsenin hiçbir şekilde anlamasına olanak vermez, hiç kimse bir insan hakkında, önemsiz, boş dış belirtilere göre tahminde bulunma ve hüküm verme gücüne sahip değildir. Örneğin bir suçlunun içinde kendisiyle sürekli bir iç hesaplaşması, kendisini aklama konuşması vardır, keşke biri bu konuşmayı duyabilse, ah keşke!”1
“Görünüş yeterli olsaydı bilime ne hacet kalırdı” diyen Marx’ın düşüncesine paraleldir bu sözler. Kişinin bir başka insanın içinde ne türden bir yaşamın aktığını bütünüyle bilmesi olanaksızdır… Kimi kanılardan, üstünkörü bakışlardan, defolu yorumlardan hareketle zihnin iç konuşmasına erişimin imkânsızlığı: ama bu imkânsızlık bizatihi konuşmanın faili olan özne açısından da geçerlidir. Kişinin kendi zihninin gevezeliğinden kurtulması, hatta dili terk etmesi için konuşmak ya da daha cezbedici olan anlatmak da yeterli değildir; bir suskunluk bölgesine demir atmak da sessizliğin gürültüsünden, boşluğun tıka basa dolu olmasından ötürü hesap dışıdır üstelik... Dili yakıp küle çevirmeli belki de, keşke!
***
Dışarıdan yöneltilen saygısız bakışlardan, nezaket yoksunu sözlerden ürkmeye gerek yok. Onları püskürtmek, hiddetle savuşturmak da enerji kaybı. Kişinin bu nobran şahısları kendi ruhunun hanesinde değil de otelinde ağırlaması da bir yordamdır. Meşaleli kişileri, Edip Cansever’in dizelerindeki jestlerle karşılamak, daha sisli puslu mekânlara davet etmek de mümkün; bir resepsiyonistin gayet şık ve soğukkanlı tavırlarıyla:
Giriniz
Giriniz, giriniz
Elbette, tam zamanında geldiniz
Sardunyalar sardunyalara akarken
Günler tane tane günlerimize sarkarken
İç içe geçmiş bardaklar gibi
Odalardan odalara bakışımlı
Aşk ışıklı sürahiler gibi
Günler günlerimize tane tane damlarken
Diyorum
Bir kuşluk vaktinin sarı solgun söylemiyle
Düşlerde görülen bir başkasının düşünden
Neden olmasın siz de geçiniz
Geçiniz
Geçiniz, geçiniz
Üstelik tam zamanında geldiniz
-Az önce, biraz sonra ve şimdi-
Yani vakitlerden bir dokunma vakti
Ne güzel, hep birden çıkageldiniz.
Kapıları sıkı sıkıya kapamak değil de, sonuna kadar açmak: “Giriniz.” Dokunmaysa dokunma, bir hiçlik girdabında, döne döne… “Az önce, biraz sonra ve şimdi”: ne de olsa düşlerde görülen hep bir başkasının düşü, aynaların yansıttığı hep başkalarının yansıması, ama iç içe geçmiş o bardakların birdenbire kırılması: sen kimsin sorusunun ben kimim sorusuyla yer değiştirmesi…
1Lyudmila Petruşevskaya, Evler, Cinler, Perdeler, çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul: Jaguar Yayınları, 2020, s. 29.