Birikim Haftalık’ta dünyanın çeşitli ve doğal olarak farklı bölgelerinde kapitalizmin kuruluşu ve sınıfların oluşumu, sınıf ideolojilerinin biçimlenişi üstüne bir şeyler yazmaya başlamıştım. İlkin Britanya’da proletaryanın dünya görüşünde niçin güçlü bir “anti-klerikal” damar bulunduğu konusuna girmiştim. Birçok “Üçüncü Dünya” ülkesinde bunun bir benzeri görünmüyor. Konuya başka “alt-başlıklar”la devam etmeyi düşünüyordum, ama şu son günlerin “amiraller bildirisi” dikkatimi tamamen farklı yönlere çekti. Aslında T24’te bu bildiriden bir “darbe” kokusu almadığımı yazdım, nedenlerini de saydım. Şimdi o konuları değil de bir başka yanını gözden geçirmek üzere yazının başına oturdum. Ama önceki konuya da döneceğimi umuyorum.
“Amiraller” bildirisi, bu konuda ağzını açıp üç beş söz söyleyen herkesin fark ettiği gibi bir “darbe tartışmasına” dönüverdi. Böyle olmasında sanırım en etkili rolü iktidar çevreleri oynadı (ve oynamaya devam ediyor). Bunun çeşitli nedenleri var. Bir süreden beri iktidarın işleri iyi gitmiyor. Ekonominin alarm zilleri çalacağı sanırım belliydi. Tayyip Erdoğan’ın “faiz/enflasyon” ilişkisi üstüne kaskatı görüşleri ve şüphesiz bazı başka etkenler bunu hazırlıyordu. Ama üstüne bir de iktidarın elinde olmayan salgın geldi. Salgın iktidarın elinde değildi ama salgına karşı alınabilecek tedbirler, hiç değilse kısmen, iktidarın elindeydi. “Hiç değilse kısmen” dememin nedeni, sıkıştıran ekonominin hareket —yardım— imkanlarını iyice sıkıştırmasıydı ki bu da, şüphesiz, son analizde, iktidarın tasarruflarının sonucuydu. Bu “kendi tasarruflarının sonucu ibaresi daha birçok bağlamda kullanılabilir — örneğin bütün dünya ile kavgalı oluşumuz.
Uzatmayayım: birçok alanda kendini istenmedik koşullarda bulan iktidar, ne zaman geleceği belli olmayan “önümüzdeki seçim”de propagandasını dayandıracağı elverişli konular arıyor. Böyle bir bildiri bu çerçevede kullanışlı olabilirdi. Geçmişteki kabarık sayıda darbeler (başarılı olanları da, olmayanları da) Erdoğan’ın sık sık kazıp çıkarma gereğini duyduğu konular; demek ki hâlâ bir etkileri var. Bunlara bir yeni girişimin eklenmesinin herhalde bir zararı olmaz.
Bu gibi olaylar Tayyip Erdoğan ve AKP açısından yalnızca bir propaganda aracı olarak fayda sağlamıyor. Temmuz’daki darbe girişimini düşünün. Bu olayın olmuş—ve durdurulmuş—olması Erdoğan iktidarına ne kadar somut iş yapma imkanı verdi! Konum, işlev değiştiren kurumlar, kitlesel tasfiyeler, çeşit çeşit “zapturapt” fırsatları. Şimdi bu son olaydan da benzer şekilde yararlanmak isteyeceklerdir.
Evet, bu koşullar, iktidar cephesinin anında “darbe tehdidi!” diye ayaklanmasına yol açtı. Benim söylemek istediğim şey de bununla ilgili. Şöyle, tuhaf mı tuhaf bir olaylar dizisi: Erdoğan, Meclis’in onayladığı bir anlaşmayı bir imzasıyla hükümsüz kılıyor; muhalefet, “Böyle bir şey olabilir mi?” diye soruyor (haklı elbette); Meclis Başkanı “Tabii olur. İsterse Montrö Anlaşması’nı da hükümsüz kılar” diye cevap veriyor, tartışılan konunun içine Montrö’yü de katmış oluyor. Bu da ciddi konu tabii. Böyle bir ihtimal varsa bunun sakıncalı sonuçları olacağını düşünen amiraller mahut bildiriyi yayımlıyorlar. Ama biz, birkaç cümle dışında, “Montrö” sorunu tartışmıyoruz. “Darbe” tartışıyoruz. Bu amiraller ne dedi, neyi sakıncalı gördü? Dedikleri, yüz küsur amiral aynı şeyi söylediğine göre, herhalde ciddi bir şey. Herhalde “Aman sen de” denecek bir şey değil. Sonuç olarak “Aman sen de” demiyoruz zaten, ama dediklerimizin konuyla ilgisi yok.
Fikir beyan edenler yalnız amiraller değil. Daha önce gene kabarık sayıda diplomat bir araya gelmiş, benzer şeyler söylemiş. Bunun pek o kadar farkında değiliz. Diplomatların darbe yapması görülmüş şey değil, Türkiye’de darbe yapmak da askeri sınıfın tasarrufunda. Herhalde bu nedenle diplomatların “Montrö” endişelerini fazla dert edinmemişiz. Ancak, olay bu noktaya varınca Erdoğan bunu da hatırlayıp döndü, üç beş hakaretamiz söz de onlar için söyledi. Diplomatlara hakaret etmekten hoşlanır, biliyoruz.
Amirallerden sonra yanlış bilmiyorsam eski milletvekillerinden bir grup da toplandı ve diplomatların ve amirallerin söylediklerini üç aşağı beş yukarı tekrarlayan ve onların endişelerini paylaşan bir bildiri de onlar yazdı. Bunun da fazla bir etkisi, yankısı olmadı.
İmdi, iktidar böyle etti, böyle yaptı, olayı buraya taşıdı. Ama hepsi bu değil. İktidarda olmayan ve iktidara bir sempatisi olmayan bizler de çok farklı davranmadık. Ben kendi hesabıma bir yazı yazdım. Ne yazdım? Sözkonusu metinde “darbe hazırlığı” kuşkusu uyandıran bir şey görmediğimi yazdım. Yani benim de öncelikle ilgimi çeken konu darbeydi. Bu bizlerin birtakım takıntıları yüzünden böyle olmuyor. Daha doğrusu, “takıntı” diyecek bir şey var, ama bu da kendiliğinden olan ya da bizim nevrotik olmamızdan ötürü olan bir şey değil. Arkasında koskoca bir tarih yatıyor. Yıllar yılı “Genelkurmay’da bu gece ışıklar yanıyor mu?” türünden kaygılarla yaşamış bir toplumuz biz. Kolay değil.
Ama bu böyle devam ederse olması gerekeni olduramayız. “Olması gereken”, emekli subayların da, herhangi bir meslek grubunda çalışmış insanlar gibi herhangi bir ülke sorunu hakkında düşüncelerini söylemeleri.
Buna engel olan ve bu gördüğümüz ortamı yaratan durum, Silahlı Kuvvetler’in bugüne kadar oynayageldiği rolle sınırlı, onunla başlayıp onunla biten bir şey değil. Sonuç olarak bütün bu tarihin burada yaşayan insanların zihninde yarattığı bir birikim var. Bu birikimde şüphenin ve güvensizliğin payı büyük. Bu gidiş içinde “İnadına onu da yapacağız” diye konuşabilen bir iktidar sahibi, böyle bir zihniyet, herhalde “Yarın hava güzel olacak” dese de, “Ne demek istedi?” “Ne yapmaya hazırlanıyorlar?” türünden şüpheler uyanmasına en büyük katkıyı sağlıyordur.