Babanın İşlevi-Babanın Adı (1)
Erdoğan Özmen

Başlangıçta anne-çocuktan ibaret olan ve bir süre -ve mecburen-bu biçimde devam eden ikili ilişkiye babanın üçüncü konum/işlev/taraf olarak dahil oluşundan söz ediyorduk. Bu sayede, o zamana kadar -ihtiyaçlarımızı dile getiren- taleplerimizi yönelttiğimiz tek ve ilk Öteki'den (anne-Öteki'den) ayrılmanın mümkün hale gelişinden ve zaten kendimizi arzulu bir varlık olarak inşa etmek için bu ayrılığın gerçekleşmek zorunda oluşundan. Annenin arzusunun kendiyle sınırlı olmadığını, üçüncü bir figüre de yöneldiğini keşfeden/farkeden çocuk için bir kırılma anıdır bu. Demek o üçüncü figür, çocuğun beyhude bir biçimde anneye vermek için çabaladığı şeye, anne için olmak istediği şeye (imgesel fallus) sahip olmalıdır. “Söz konusu üçüncü taraf/figür -prototipik olarak baba- çocuğun anne için yapabildiği şeyden daha fazla  ve daha farklı bir şey olan birisi olarak görünür, böylece de çocuğu kendi eksiklikleriyle yüzleştirir”[1] 

Demek burada, çocuğun kendisi olarak, yani ne ise o olarak değil de kendindeki belli bir imge, -belki de-  bir fazlalık yüzünden sevildiğini kavrayışı, idrak edişi söz konusu olmalıdır. Güçlü bir hayal kırıklığının eşlik ettiği bir idrak. Belki de daima belli bir hayal kırıklığı eşliğinde ulaştığımız içgörü ve kavrayışlarımızdaki derinlik ve kalıcılık hiç de sebepsiz değildir. Sarsılarak, o ana değin taşıdığımız inanç, referans ve kabullerimizin altüst olmasıyla, terk edilmiş hissederek yaşadığımız aydınlanmaların gücünden söz ediyorum. Belli bir biçimde çıplak ve tek başına kalmışız da, bunu telafi etmek üzere o içgörüye/aydınlanmaya kavuşmuşuz gibi. Yaşadığımız kaybın bir armağanı olarak.

Bu vesileyle, ruhlarımızda eşzamanlı olarak gerçekleşen başka bir şeyden, mucizevi bir dönüşümden söz etmenin de tam yeri. Bir olumsuzluk, engellenme ya da kayıp gibi görünen şey kendi içinde daima zıddını da barındırıyor. Bir tür zıtların birliği ilkesinin insan ruhunda aldığı biçim bu. Belki daha özgül anlamıyla insan ruhunun genel iki-değerli (ambivalan) niteliği, insan ruhunu kat eden iki-değerlilik ilkesi demeliyiz buna: Çocuğun anne tarafından imgesel fallusun kısmi ikamesi olarak arzulandığını, yani annenin biricik sevgi nesnesi olmadığını, bizzat annenin de eksik bir varlık olduğunu idrak etmesi sonucunda yaşadığı hüsran, aynı anda bambaşka bir kapı aralıyor. İçimizde daha hakiki bir sevginin ilk nüvesini yeşerten bir jest halini alıyor. Sevgiyi başka bir çerçevede yeniden ihya eden bir jest. Lacancı sevgi/aşk formülünden söz ediyoruz: Bir varlıkta sevdiğimiz şeyin, onun olduğu şeyin ötesinde, onun eksikliğini çektiği şey oluşundan.

   ***

Babanın anne üzerinden, annenin sözü ve eylemleri sayesinde sahneye dahil olmasıyla, çocuk sadece arzulu bir varlık olarak ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda daha geniş özdeşleşme olanaklarına, daha geniş bir uzama kavuşuyor.

“İlk Öteki (anne) çocuğun kendisinin veremediği bir şey için ikinci Ötekiye (baba) döner. Böylece anne ve çocuk arasında üçüncü, arabulucu bir nokta kurulmuş olur. Buradaki varsayım, bu Ötekinin “o şeye”, çocuğun içsel gerilimindeki artışa yanıt olacak şeye sahip olduğudur. Çocuk için buradaki “o şeyi” kuran şey açık olmaktan uzaktır. Aynı muğlaklık yetişkinlerde de var olmaya devam eder. “Şu kadında gerçekten de bir şey var”… “Bu herif o şeye sahip” ifadelerini düşünelim. Fakat bu şey veya “o” tarif edilmek istendiğinde bir imkansızlıkla karşılaşırız. Bundan çıkan yegane şey, “o şey”in cinsiyetle bir ilgisi olduğu ve bizim Ötekiden bir cevap alma arzumuza karşılık geldiği varsayımıdır. Freud’un buna verdiği içerik naive olduğu kadar radikaldir de: “O şey” gerçek penistir. Lacan onu soyutlar ve fallus der.”[2]


[1] P. Van Haute, Against Adaptation, Other Press, 2002, s. 188

[2] P. Verhaeghe, On Being Normal and Other Disorders, Other Press, 2004, s.169