Soma davası, on beş gün önce yeniden görülmeye başladı. Duruşma, 24 Mayıs’a ertelendi. Yaklaşık yedi yıl önce, 13 Mayıs 2014’te Soma’daki kömür madeninde 301 işçi ölmüştü biliyorsunuz, “kaza” adı verilen faciada. Madencilikte Türkiye tarihinin en büyük iş cinayeti. (Memlekette elliden fazla can kaybının olduğu en büyük beş maden “kazasının” dördü, ilkbaharda gerçekleşmiş, bu arada. 7 Mart 1983’te Zonguldak-Armutçuk’ta 103, 3 Mart 1992’de Zonguldak-Kozlu’da 263, 26 Mart 1995’te Yozgat-Sorgun’da 37 insan ölmüş.)
***
Van Gogh, ilk eserlerini 1879-1880 yıllarında Borinage’da vermiş. Borinage, Belçika’nın Valon bölgesinde bir maden havzası. Van Gogh, 1878 sonunda oraya yardımcı vaiz olma maksadıyla gelmiş. Perişan haldeki madencilere “hizmet” vermek maksadıyla. Hizmet: yani bitmeyen hastalıklara, bitmeyen ölümlere, genç ölümlere, yoksulluğa tahammül telkin eden dua… 16 Ton şarkısının sözlerini günah sayacak işçiler olmalı onlar: “Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem/ Ruhum şirkete zimmetli.” 16 Ton adını verdiği filminde Ümit Kıvanç’ın aktardığı üzere, Van Gogh bir mektubunda “Tanrının kelamının aslında karanlıkta parlayan bir ışık diye özetlenebileceğini, bu yüzden yer altında karanlığın ortasında yaşayan madencilerin bu söze inanıp bağlandıklarını” yazmış.
Saksonya’dan bir eski madenci şarkısı, kendisine adayacak hiçbir şeyinin olmadığını söylediği tanrıya yakarırken, “Ve hayat vardiyamız bittiğinde,/ Ruhumuzu al ellerine!” sözleriyle bitiyor. Hayat, anca vardiyalardan bir vardiya…
1879 Ocak ortasında resmen vaizliğe başlamış Van Gogh. Başında dua okuduğu, İncil dersi verdiği, hasta veya ölmeye yatırılmış maden işçilerinin mihnetli hayatı onu çok etkilemiş. Vaktinin büyük kısmını, onların hayatını resmetmeye ayırır olmuş. Nisan’da bir madene inmiş hatta, onların günlük hayatlarını yakından görebilmek için. Bir başka mektubunda, resimleriyle “bu bilinmeyen tipleri insanların gözünün önüne getirmek” istediğini yazmış ressam. “Bir deri bir kemik kalmış, bitap düşmüş, ateşlenmekten çehreleri solmuş,” diye tarif ediyor o “tipleri”; “prematüre bir ihtiyarlıktan” söz ediyor. “Prematüre ihtiyarlık” – nasıl dehşetli bir ifade, vaktinden önce ihtiyarlamayı anlatıyor, yaşlanmanın doğal seyrini yaşamadan, ömre kısa devre yaptırarak.[1]
Van Gogh’un ressam ününü kazanmadan önce yaptığı ilk resimler bunlardır. (Van Gogh Erken Dönem Resimler) Çoğu siyah, gri, bej bir fonda, iki büklüm, bir deri bir kemik maden işçileri… 16 Ton şarkısında nasıl diyor: “Zayıf bir zihin ve kuvvetli bir sırt…”
***
Maden işçilerinin gerçekliği, siyasî duyarlılığı bırakalım, naif bir şekilde “vicdan sahibi” dediğiniz herkese dokunacak bir gerçeklik. Toy vaiz Van Gogh’a dokunduğu gibi.
Mecazî değil, dümdüz anlamıyla yer altı orası. Nitekim “yer altı proletaryası” da denir maden işçilerine. Muzaffer Oruçoğlu’nun dört ciltlik Grizu roman dizisinde bir roman kahramanına söylettiği gibi: “yerüstünde kurulan medeniyetle, yeraltındaki iptidaî çalışma şartları arasında çok bariz bir tenakuz” vardır. O roman kahramanının farkında olmadığı, roman yazarının pekâlâ farkında olduğu gibi, yerüstündeki medeniyet, yeraltındaki iptidaî çalışma şartları sayesindedir.
Mehmet Seyda’nın 1937’de yayımlanan Zonguldak Hikâyeleri’nde “Üçüncü Vardiyadan Devrekli Hasan” adlı hikâyesinden, maden işçileri için gökyüzünden hariç tutulmuşluğu ve ölümün gündelikliğini ve anlatan bir bölüm aktarayım:
“Üçüncü vardiya şimdi bacalardan iyice boşalmıştı. Gerilerinde, sızan ocak sularının şıpırtısı. Dış kapının önüyse, tıkanmış. Mahşer. Birinci vardiya kapı ağzını tutmuş. Toplanmış duruyor. Üçüncü vardiyadan Ramazan oğlu Hasan’ın, kapıyla motor arasında ezilmiş, yamyassı olmuş ölüsüne, renkleri atarak, o ölüde kendilerine pek yakın yeni bir şey bulmuşçasına ilgiyle, bakıyor. Dışarıda, başlarının üstünde, açık çivit mavisi bir gökyüzü vardı. Neredeyse sabah olacak.”
***
Uluslararası Çalışma Örgütü istatistiklerine göre dünya çapında emek istihdamının anca %1’ini kapsayan madenciliğin iş “kazalarındaki” payı, %8. On yıllar boyunca, istihdam payı da, “kazaların” sayısı da çok, çok daha yüksekti. “Kaza” olmadığında da belâ rutin olarak hazır ve nâzırdır; ciğerleri kömür solur. Maden işçiliği, çalışmanın siftinme anlamına geldiği, “çalıştırma”nın posasını çıkarmak demek olduğu, çalışana yük hayvanı muamelesi yapılan iş ‘kollarındandır.’ 16 Ton şarkısında nasıl diyor: “Bazı insanlar der ki insan çamurdan yapılmıştır/ Zavallı adamcağız kas ve kandan yapılmıştır/ Kas ve kan ve deri ve kemikler.” Yeraltı proletaryası, bazı hayatların “değersiz hayat” statüsüne tabi kılınışının, bazı hayatları gözden çıkarılabilir kılmaya muktedir olan siyasetlerin timsalidir.
Neyin siyaseti? Kapitalizmin anti-sosyal siyaseti. Kapitalizmin biyopolitikası. Kapitalizmin “eksterminist,” yani imhacı-tenkilci yanının kömür karası çehresi. Madenciliğin, zorla çalıştırmayla, zorla yerini dibine sokmayla ‘bezeli’ tarihi, kapitalizmin işleyişinde ekonomi dışı zorun yapısal konumunu bize hatırlatır.
***
Ciğerleri zaten hasta eden bu işi, Covid-19 küresel salgını koşullarında sürdürmek mecburiyetine kalan maden işçilerinden birini, Pınar Öğünç konuşturmuştu: Bu Ülkeyi İşverenler mi Yönetiyor Yani?
***
İbrahimî dinlerin yaradılış hikâyesinde, Allah’ın çamurdan önce madenleri, sonra bitkileri, sonra hayvanları, sonra kâmil eser olarak insanı yarattığı anlatılır ya… Antik felsefenin doğadaki varlıklar hiyerarşisinde de madenler altta, insanlar (yıldızların atında) üstte, ya… Bunlara nispet edersek, madencilik, yaratılışı, değer ölçüsünü tersine çeviriyor, adeta…
***
16 Ton şarkısında nasıl diyor: “Bir yumruğum demirden, öbürü çelikten/ Eğer sağdaki halledemezse/ Soldaki halleder.” Resmin arka yüzünde bu var: yeraltı proletaryası, on yıllar boyunca, işçi sınıfının önde gelen bir kuvvetiydi, kitlesel bir militan bir güç. 1980’lerde neoliberalizmin kurucu iktidar deneyimi sayabileceğimiz Thatcher idaresi, maden işçileri direnişini alt etmekle tescillememiş miydi zaferini?
***
Son yıllarda “madencilik” kavramı, Big Data’yla ilgili derinlemesine çalışmalara teşbih ediliyor. Dijital data yığını arasında kalıpları, bağlantıları, algoritmaları keşfetmek için yürütülen hummalı ve zekâlı ince çalışmaya “madencilik” deniyor.
Ümit Kıvanç’ın, maden işçiliğinin maruz bırakıldığı zulmü anlatan, bu zulmün arkasındaki aklı, vicdansızlığı anlatan 16 Ton filmi, bu anlamda muazzam bir “madenci” işi. Tarihsel bilgiyi eşeleyerek, edebî, müzikal ve görsel malzeme toplayarak, onları işleyerek yapılmış bir iş. 2011’de gösterime sunulan filmi Ümit, yeni vardiyalarla, teknik olarak geliştirerek yenilenmiş olarak gösterime sundu: https://vimeo.com/umitk. 16 Ton +, diyelim biz buna. Altbaşlığıyla Vicdan ve serbest piyasaya dair bir film adını taşıyan belgesel, bu yazıda bahsedip geçtiklerimi, kanlı canlı anlatıyor, gösteriyor, hissettiriyor. Burada bazı dizelerini zikrettiğim, filme adını veren 16 Ton şarkısının yolculuğu eşliğinde…
Bu muazzam işi, Türkçe söylemeye çalıştığım bir İngiliz madenci şarkısıyla selâmlayayım.
“Kendi mezarlarımızı kazıyoruz,/ kürüyoruz toprağı kendi üzerimize,
Hem ölü gömücü,/ hem ceset, demeli bize.
Girin hele içeri, memnun mesut,/ Beğenmeyen çeksin gitsin,
Başkaları sırada, bölük bölük,/ Para için her şey, para için.
Eller kollar çarpılmış, kir pas içinde, ezik,/ hadi insenize aşağı,
Ağladığında çocuklarınız,/ Papaz edecek işte duanızı.
Vakti gelecek,/ biz ölüler, uyanacağız,
Ama beyaz kefenlerle değil,/ siyahlar içinde yukarı çıkacağız.
Ve ocaklardan fırlarken,/ gözlerimiz yuvalarına kaçmış, paçavralar içinde,
Sıcak odalarındaki beyler,/ artık gülemeyecek öyle.
Hiçbir borç silinmeyecek,/ çaldığınız o hayatlar var ya,
Ödemesi peşin,/ ve bu sefer tamamı bir defada.”