Yıllardır aynı döngüyü izliyoruz: Asimetrik onlarca saldırı, göz önünde bombalarla yıkılan devasa binalar, tahrip edilen altyapı ve öldürülen onlarca insan var. Muhtemelen bir süre sonra ateşkesle birlikte, taraflar kendilerini galip ilan edecek ve bir diğer savaşa kadar ara verilecek.
Kudüs’ün bir semtinde başlayıp Harem-ül Şerif baskını ile alevlenen, Hamas’ın ateşlediği füzelerle devam eden ve İsrail’in kasti olarak seçtiği hedeflere yönelik orantısız saldırısı ile ağır sonuçları şimdiden ortaya çıkan bir döngü bu; defalarca izlenen bir filmin tekrarı gibi.
İsrail’e kibrini ve küstahlığını sağlayan, bu sorunu çözme kapasitesine sahip ülkelerin, taraflar eşit koşullardaymış gibi, İsrail’i durdurmak yerine Hamas’ı suçlayarak, daha önce yaptıkları “itidal” çağrılarının şimdi de bir işe yaramayacağını bilmesi. Sorunun zaten ateşkes olmadığını da daha önceki benzer durumlardan biliyoruz.
Ancak insanların adalet duygusunun hâlâ kaybolmadığını önemli başkentlerdeki protesto yürüyüşlerinden görmek bir nebze olsun umut veriyor. Filistin meselesinin gündem olmaktan uzaklaştığı son 20 yılda İsrail’in alışmamızı istediği bir döngü söz konusu. Alışmamak gerekiyor.
Evet, İsrail’in aynı kibirli politikası devam ediyor ama son yaşananların farklı noktaları da var.
İsrail’de son 20 yılda sağa, aşırı sağa kayan siyasi denge, içeride her ne kadar bir kilitlenme yaşıyor olsa bile, sonucu sağ ve Ortodoks dinci yapıların belirlediği bir vaka. Dengeleyici bir sol ve bir barış kampından söz etmek yıllardır mümkün değil. Buna rağmen üç seçim sonunda da kurulamayan koalisyonların ve Şaron-Netanyahu çizgisinin bugün yaşanan olaylardaki payını küçümsememek gerekiyor.
Doğu Kudüs’te Şeyh Cerrah bölgesindeki İsrail vatandaşı Arapların mülklerine yasa dışı biçimde el konulması girişimiyle başlayan sürece yönelik tepkilere karşı, Ortodoks Yahudi grupların adı geçen bölgeye sevk edilerek kışkırtmalara başlaması, İsrail siyasetinin sokaklarda da sonuç almak istemesine yeni bir örnek. Bu yeni bir durum. Ancak, bu yeni durum İsrail siyasetinin hesap etmediği noktalarda bumerang etkisi yapabilme ihtimalini de içeriyor.
İsrail mülklere el koyma, Batı Şeria’daki Filistinliler gibi, Doğu Kudüs’te de kendi vatandaşı Arapları sürme politikasını hızlandırdı. Şeyh Cerrah’taki direniş şimdilik bir nebze olsun sonuç verse bile İsrail sağı 2018’de kabul ettiği “Yahudi devleti” kimliği çerçevesinde bu sürgün politikasını derinleştirebilir.
Sonrasını biliyoruz. Ramazan ayında Harem-ül Şerif’e girilmesi ve yaşanan çatışmalar. İsrail devletinin temel ve klasik kışkırtma biçimlerinden biriydi. 2000 yılındaki İntifada’nın dönemin başbakanı Ariel Şaron’un Harem-ül Şerif’e girmesiyle başladığı bilinir.
Netanyahu’nun siyasi ikbali için olağanüstü şartlara ihtiyacı olduğu açık. Ancak durumun nereye kadar gidebileceğinin tahmin edememesi ya da tahmininin ötesine geçmesi yani İsrail vatandaşı Arapların daha önceleri olduğu gibi tepkisiz kalacağını düşünmesi bu kez yanlış çıktı.
9 milyonluk ülkede 1.8 milyon İsrailli Arap yıllardır en küçük bir olayda kimliklerinin iptal edilmesi, mülklerine el konulması endişesi yaşardı. Bu kez sokaklara çıktılar. İkinci sınıf vatandaş olarak yaşadıkları topraklarda bir süre sonra sıranın onlara geleceği ve “yekpare bir Yahudi” devleti planının yaklaşmakta olduğunun farkına varıldı. Bir intifada değil bu. İntifadanın şartları, örgütlenmesi yok ortada. İntifada, Batı Şeria ve Gazze’nin öncülüğünde yaşanacak bir durum; toplumsal örgütlenme, pasif direniş, günlük hayatın devamının planlanması ve İsrail’in kilitlenmesi vb. gibi unsurları gerektiriyor. Ayrıca Filistin siyasetinde belirsizlik, hedefsizlik ve toplumun yorgunluğu söz konusu.
Bir ayaklanma yok ama önümüzdeki dönemde bir iç savaşın gündeme gelebileceği kolaylıkla söylenebilir. Özellikle İsrail vatandaşı Araplara yönelik linç girişimleri, ayrımcılık, Netanyahu ve aşırı sağ siyaset nedeniyle derinleşerek devam edecek gibi. Zaten istenen İsrail vatandaşı Arapların ya kimliklerinden vazgeçmesi ya da Batı Şeria’ya sürülmesi.
Ancak bu durum kritik bir noktayı beraberinde getiriyor: Böyle bir iç savaş İsrail için Batı Şeria ve Gazze’deki cephelere bir üçüncüsünü ekleme riskini taşıyor. Yeni bir çatışma alanı oluşuyor. Bundan böyle Filistin topraklarına yönelik saldırılarda, Doğu Kudüs’teki hak ihlallerinde sokaklara pek çıkmayan İsrail vatandaşı Filistinliler de dikkate alınacak. Sokaklara sürülen aşırı sağcı grupların ülke içindeki linç girişimleri yıllardır yan yana yaşayan iki toplumu daha da ayrıştıracak. Tıpkı dünyanın başka yörelerinde sağ ve aşırı sağ politikalar ve politikacıların kışkırtmalarında benzerlerini gördüğümüz gibi. İsrail’in kendi yarattığı ve düşünmesi gereken yeni tehlike de bu.
Döngünün diğer önemli cephesi Gazze Şeridi. Hamas’ın şaşırtıcı biçimde askeri kapasitesini arttırması hem örgüt hem de İsrail’in elini güçlendiriyor. Gazze’de bir araya gelen örgütlerin –ki aralarında El Fetih’in El Aksa Tugayları dışında, Halk Cephesi ve Demokratik Cephe’nin de bulunduğu ama Hamas ve İslami Cihat’ın baskın olduğu direniş cephesinin– ilk günlerde İsrail’in korunma kalkanı Demir Kubbe hava savunma sistemini sorgulanır hale getirdikleri roket yağmura ağır karşılık verildi. İsrail “tehdit altında” olduğu iddiasıyla orantısız bir saldırı için bahane buldu. İsrail savunma sistemi her şeye rağmen hâlâ başarılı. Ama Gazze’de verdiği karşılık her gün savaş suçlarına yeni sayfalar ekliyor.
İsrail onlarca sivilin hayatına mal olan saldırılarında Hamas’ın üst düzey yöneticilerini de hedef alıyor. Hamas’a bu anlamda darbe vuruluyor. Hamas kendi içinde bu durumu soruşturuyor. İsrail’in haber alma yöntemlerinin Gazze’deki Hamas kayıplarını nasıl arttırdığı merak ediliyor. Ama gelinen noktada İsrail, Hamas adına Filistin halkını, çocukları cezalandırıyor. Yani Hamas adına Filistin halkı cezalandırılıyor.
Bu döngü sonunda Hamas askeri zaferini ilan edecek, İsrail Hamas’a ağır darbe vurduğunu söyleyecek, sonuçta iki taraf da siyasi olarak bu durumdan güçlenerek çıkmaya çalışacak.
Siyasi açıdan bu saldırı ve verilen karşılık Hamas için sadece askeri değil siyasi olarak da güçlenme vesilesi. Öte yandan Filistin’in ortak bir siyasette birleşememesi, zayıf liderlikler, yeni politikalar üretilememesi yeni kuşakların hem Hamas’tan hem El Fetih’den umudunu kesmesi gibi onlarca neden var ortada. Zaten iki yönetim de her açıdan tamamen iflas etmiş durumda ve başarısız.
Döngünün son bölümünde uluslararası toplum olarak adlandırılan amorf yapı var. Dünyanın Filistin sorunuyla meşgul olmayı uzun süredir bıraktığı bir zeminde, Ortadoğu’daki manzarada, Arap ve Müslüman dünyasının kendi derdine düştüğü bir süreçte İsrail’e yönelik ciddi bir baskının oluşması zor görünüyor. Arap rejimleri Filistin meselesini araçsallaştırıp yıllarca iç politikada bir kaldıraç olarak kullanmıştı. İşe yaramadı. Bu çizgide devam edenlerin de işine yaramayacak. Retorikten ileriye geçmeyen çıkışların dünyada etki yaratmayacağını çok önceleri öğrendik. Sözün özü birçok açıdan Filistin meselesi kendi bağlamından koparıldığından bu yana yalnızlık yaşıyor.
Ama yine de Washington’da, Londra’da, Paris’te sokaklara çıkan, Türkiye’de meseleyi siyasi ve ahlaki açıdan dert eden binlerce kişi hâlâ dünyanın bir vicdanı olabileceğini hatırlatıyor. Halklar, kamuoyları Gazze’den gelen görüntülere kayıtsız kalmıyor. Kısır döngüyü kırmak için umutlanmamız gereken gelişmeler bunlar.
Ve tabii ki Batı Şeria, Gazze, Doğu Kudüs üçgeninde, her üçünü de kapsayan Filistin meselesinin işgal ve sömürgeleştirmeye karşı ulusal kurtuluş; toprak, özgürlük, adil bir çözüm ve demokratik bir Filistin devleti için verilen mücadele olduğunu unutmadan.