Başlıca ve öncelikli özelliği şimdiye kadar görülmemişliği olan yeni bir “AKP iktidarı” evresine girdik. Olayın bazı özelliklerine bakıp, “Canım, bundan bize ne? Bunun üstüne yazmaya değer mi?” demek de mümkün değil. Çünkü şöyle bir bakınca olay kendisi alabildiğine banal görünebilir. Ama belki de bütün toplumun mukadderatını değiştirebilecek yeni olayları tetikleme potansiyelini de gizliyor olabilir. Olursa, buna şaşmamalı; olmazsa, gene şaşmamalı. Öyle anlaşılıyor ki, AKP iktidarında vuku bulan hiçbir şeye şaşırmamak gerekiyor. Her şey mümkün, her şey olabilir.
Bu başından beri böyle değildi. Uzun bir zaman AKP iktidarı “muhtıra” kılığında, “kapatma” girişimi kılığında, Meclis’te çoğunluk hesabı yapma yöntemi kılığında her türlü “faullü” oynama durumu karşısında yaygara koparmadan, sakin ve kararlı bir duruşla, kendini koruyordu. Korumayı sürdürdü ve ayakta —ve iktidarda— kalmayı başardı. Bu üslupla “Kürt sorununun barışçı çözümü” aşamasına kadar geldi. Bu sıralarda Gezi Parkı protestosu başladı ve her şey değişti. Bu olayla karşılaşınca düşünecek çok şey var, ulaşacak çok sonuç var.
Bunlar arasında en önemlilerinden biri, AKP’nin ve Reis’inin, bu sert dönüşle birlikte, kendinden uzaklaşmaya değil, daha çok özüne dönmeye başladığı olgusu. AKP ve Reis’i özlerine dönmeye başladıkça, sözünü ettiğim “şaşırmamak” gereken yeni ortam da oluştu.
Siyaset dünyasında bütün partilerin çeşitli nedenlerle kamuya açıklamamayı tercih ettiği durumlar olur. Açıklamanın erken olacağı ya da anlatılmasının partiye zarar vereceği düşünülen (ya da şimdi aklıma gelmeyen) durumlar olabilir. Ama bu gizliliğin derecesi AKP örneğinde iyice yükseliyor. AKP yıllardır iktidarda ama sanki “yeraltı” çalışması yapan bir parti gibi. “Kol kırılır yen içinde”nin abartılı bir örneği. Alın Albayrak örneğini: bakan ve damat! Bir gün, ”at izi, it izi” diyerek esrarengiz bir şekilde istifa edip kayboluyor, kodunsa bul! Önemli görevlerde bulunan kişiler bir üfürmede o önemli yerlerden uçup gidiyorlar — onların yerine gelen de aynı şekilde “uçtu uçtu” oluyor. Bu olaylarla ilgili herhangi bir açıklama da yok. Niye geldi, niye gitti, meçhul.
Şimdi bu Soylu-Peker çiftinin merkezinde yer aldığı, ama her gün başka figüranların da kendilerine düşen rolü oynayıp kenara çekildiği bir müsamere oynanıyor. Sedat Peker’in toplumca bilinen çeşitli hünerlerinin yanısıra “Stand-upçı” da olabileceği anlaşılıyor. Oturduğu yerden “stand”up “Show”unu başarıyla yürütüyor. Her dediğini anlamak mümkün değil (benim gibiler için), ama herhalde bunların hepsinin bir “esas” alıcısı vardır ve herkes anlaması gerekeni anlıyordur. Öte yandan, Peker’in her söylediğine inanmamız da gerekmiyor elbette.
Ancak, şu sonuncu postada söyledikleri pek yenir yutulur cinsten değil. Herhalde bir kesim “ilgili” Zarrab zamanında uygulanan taktiğe benzer bir çizgi tutturacaktır. “Yahu, gangster çetesinin başındaki (ayrıca aranan) adamın söylediklerini koskoca devlet ciddiye alabilir mi? Hepsi yalan dolan. Bunlar hakkında işlem başlatmak Cumhuriyet Devleti’ne yakışmaz.” Ancak böyle bir “argüman”ın olayı belirli bir merakla izleyen çok sayıda insanı ikna edeceğini sanmıyorum. Gelen malzemenin izlenme oranı hakkında verilen sayılar da bunu gösteriyor olmalı.
Bizim gibilere düşen rol, şu aşamada, “seyirci” rolünden öte bir şey değil. Söylenenler son derece ciddi, ama Peker’in bunları somut kanıtlarla pekiştirmesi gerekiyor. Süreç devam etmekte, izleyeceğiz, göreceğiz, değerlendireceğiz.
Ama yeni olaylar eklenmeden ve yeni kanıtlar ortaya çıkmadan da durum yeterince vahim. İş bu noktaya gelmeden önce iktidarın Sedat Peker gibi bir elemanla ilişkisi yeterince ilginç. Bu ilişkinin aldığı yeni biçimde Süleyman Soylu cephesinin Peker hakkında neler söyleyeceğini, söyleyebileceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyorum. İyi, bu söyledikleriniz doğruysa, geçerliyse, şimdiye kadar ne yapıyordunuz? O mitingler neydi? O “koruma” olayları neyin nesiydi? Bu son konuda ele geçmiş bir şeyler var. Yalnız onlar, hiç değilse bazı istifaları gerekli kılar diye düşünüyorum. Ama belli ki bu hikâye bunlarla sınırlı kalmayacak.
Hikâye yürüdükçe herhalde şaşıracağız ve şaşırmayacağız. Neler çıkabileceğini genellikle biliyoruz. Olanları biliyoruz da olduranları bilmiyoruz. Ama onlar da büsbütün bilinemez değil. Yola çıkamayan beş ton kokain herhalde bizim mahallenin pastanesine gelmiyordu. Falancayı öldüren Perşembe Pazarı hamallarından Ali Efendi değildi v.b.
Bu gördüğümüz sahne bütün devletler için geçerli midir? Yani her devletin işi düşer mi, mafyalara? Kennedy’yi hatırlayalım. Kennedy’yi ve o dönemde canına kıyılan bir yığın adamı (pek çoğu Kennedy suikastıyla bağlantılı). Amerika Birleşik Devletleri’nin işi düştüğüne göre, bu soruya “hayır” demek pek kolay değil. Ama bazılarının daha sık işi düşüyor galiba. Hele bazılarının, sanki “gün aşırı”.
Susurluk çok çarpıcıydı. Gülenciler kişisel hesaplarıyla rezil edene kadar “Ergenekon” diye başlayan süreçte önemli bulgular vardı. Daha pek çok olay sayılabilir. Bunlar geçmişe de uzatılabilir. Bu hesap çıkınca, Türkiye’nin de sabıkası kabarık. Zor koşullarda kurulmuş; zorluk miktarıyla eşorantılı giden karanlık işi var. Bunları tereddütsüz yerine getiren ve bundan gurur duyan kadrolarla içli dışlı. Hatırlayın: Ali Kemal’i Beyoğlu gibi bir yerde yasadışı biçimde derdest ediyorlar, trene atıp gönderiyorlar. Az sonra Sakallı Nurettin Paşa adamı trenden indirip halka linç ettiriyor!
“Linç” dedim de…