Kafka'yı Ne Yapmalı? (1)
Derviş Aydın Akkoç

                                                                                            Tamer Erdoğana, şükranla...

İnanmak için dünyaya gelmiş bir insanın süreğen kuşkusundan daha tekinsizi yoktur diyordu Kafka: zira bu öznenin varoluşu bir ucundan diğerine şüpheden kaçış üzerine kuruludur, ve her kaçış hamlesi, muhtelif tüm firar fantezileri önünde sonunda savuşturulmak istenen şüpheye daha bir kuvvetle yakalanmayla, esir düşmeyle sonuçlanır. Elias Canetti, hayranı ve kefili olduğu Kafka’nın hiçbir surette herhangi bir vaazda bulunmadığını, onda edebiyatçılarda görülen kibirden eser olmadığını söylerken haklıdır: nitekim şüphe çemberinde kıvranan bir özneye Kafka’nın telkin edeceği son şey, teolojik ve seküler temelli olanları da dahil sorgusuz sualsiz bir inanç; inançla gelecek bir iç huzur vaadidir. Canetti’nin belirttiği üzere, esasında muhatabına “özenle kemirilmiş kemikler” dışında hiçbir şey sunmaz Kafka; kendine özgü zayıflığından, onu masum çıkaran hususi güçsüzlüğünden yaratılmış kemiklerdir bunlar da:

“Kafka gibi olamam ben, onun âlemi zayıflıktı. Bunun için her zaman sevilmesi gerekecek. Âlemi güç olan bana karşı yalnızca antipati duyulabilir çünkü hiç kimse bu güce kapılmaksızın onu yerle bir edecek kadar nefret edemez güçten. Kafka’nın nadir mizacı (bu yüzyılın en soylusu) güçten vazgeçebildi. Böylece onun hayatında, kendisini utandıran hiçbir şey yoktur, bu yüzden de özel masumiyeti içinde öldü. Bende tüm suçlar bulunuyor, ve en çok nefret edileni de, güce armağan etmemek için, onda hiçbir şeyi gözden kaçırmamak için, çalışıp kazanmak zorunda kalmaktır.”1

İnsan güçten vazgeçebilir mi, ya da Kafka’nın dünyası sahiden de sadece zayıflıktan, güçsüzlüğün semptomlarını sorunsallaştırmaktan mı ibaret? Mümkün. İçinde bulunduğu bu zayıflık âleminden ötürü her zaman sevilmesi ayrı bir mesele, fakat Kafka’nın kendi güçsüzlüğünü sevdiğini, onunla uzlaştığını, bir yazgı gibi kendi zayıflığına boyun eğdiğini söylemek pek olası değil gibi. Gerek son yıllarında akciğerinin parça parça döküldüğü, dakikalarca süren öksürük nöbetleri ve uykusuzluklardan mustarip kısacık yaşamında gerekse metinlerinde güce karşı değil, aksine güçsüzlüğe karşı bir direnmenin, garip bir kaşıntının olduğu aşikâr: bu özel huzursuzlukta Nietzsche’nin formülasyonuyla güç istencine karşı bağışıklı olması, iktidar iştahıyla gözlerinin kamaşmaması, beri yandan hem güce hem de güçsüzlüğe karşı bir reaksiyon varlığına dönüşmemesi, hasılı güç karşısında nefret tutulmaları yaşamaması onun esas mucizesi. Bu mucize elbette sorunsuz, zahmetsiz bir şekilde vuku bulmaz; iktidar ilişkilerinden el etek çekme edimi Kafka’ya uygun değil, zira yazı da dahil sonuna kadar bu dünyanın içindedir, ama dünya da onun içindedir, hatta içine kaçmış gibidir. Güç istencine karşı mücadelesi de dış dünyaya değil, bilakis içe, kendine yöneliktir zaten. Büyük ve yıkıcı fırtına içerde kopuyordur, ve bu fırtınada müstesna bir korku tüm benliğini sarıp sarmalar. Kendi tabiriyle “elle tutulamayan güçlerden duyulan”, şeytani sırıtışlarla güce, otorite arzusuna dolayımlanan, hatta öznesine komplo kuracak kadar şiddetli bir korkudur bu; Haziran 1920’de Milena’ya yazdığı mektuptan:

“Korktuğum, kocaman açılmış gözlerle korktuğum ... kendime karşı işleyen bu içsel komplo sadece (...) Bu komplo aşağı yukarı, büyük satranç oyununda piyonun piyonu bile olmayan, bunun çok uzağında olan benim gibi birinin, şimdi oyunun kurallarını çiğneyerek ve tüm oyunu karman çorman ederek, [yetmezmiş gibi] bir de vezirin yerini –ben, piyonun piyonu, yani var olmayan, oyuna katılmayan bir figür- ve sonra belki bir de şahın yerini ve hatta bütün tahtayı zapt etmek istemesine dayanıyor ve bunu gerçekten istesem, bunun başka, daha insanlık dışı bir şekilde gerçekleşmesi gerekir.”2

“Satranç tahtası” motifi, Ernst Bloch’un kullandığı anlamda bir “dünya imgesi”dir Kafka’da: içinde kazançların, kayıpların, strateji ve taktiklerin, sonsuz olanakların, öldürücü rakiplerin olduğu bir dünya... Piyonun piyonu dahi olmayan bir öznenin bir satranç oyunu olarak iktidar ilişkilerinin çok uzağında olduğunun farkında olması: Buradaki küçüklük, içe dönüklük, önemsizlik vurgusu Elias Canetti’nin “zayıflık âlemi” tespitini doğrular. Ne var ki, bu farkındalık özneyi temize çekmez; derhal gözden çıkarılabilir bir varlık (piyon) olarak uzakta durmak, silik ve sıradan olmak, iktidarın etkilerine açık olmak masumiyeti, hatta haklılığı garanti altına almaz. Hem mesele masumiyet, haklılık ya da temizlik de değildir. Bu zayıf, çelimsiz, silik, dahası baskı altındaki varoluşun kurduğu iktidar fantezileri, vezirin yahut şahın yerini işgal etme, hatta tüm oyunu darmadağın ederek insanlık dışı yollarla tüm figürleri altüst etme düşleri öznenin ruhunda tüm tahripkâr kuvvetleriyle bir saat gibi tıkır tıkır işliyordur...

***

Bu durumda müstakbel tiran, haklı diktatör ya da dokunaklı zorba şurada diyerek işaret edilecek bir uzaklıkta değil, tam aksine burada, epeyce yakında ve içeridedir. Amaçlarına ulaşmış herhangi bir kanlı canlı zorba ya da diktatör figürü de özü itibariyle mikro tiran ya da diktatör adaylarının toplamından, bir başka ifadeyle, kolektif ruhsal diktatörlük arzularının tezahüründen ibarettir. Kafka da bu kolektif toplam içindedir, güç onu da dairesine alır, ama tiranlaşmaya karşı koyar, bir tür eksilme, çekilme azmiyle. Öte yandan, Kafka’da gücü el geçirme, önemsizlik konumundan önemli olana geçiş arzusu olarak içsel komplonun öznenin kendine uyguladığı hususi bir eziyetle olduğu kadar kendini aşağılama, bu aşağılamadan duyulan kekre bir hazla da alakası yoktur: özne daha ziyade “görünmez güçlerin” de devrede olduğu bu komploya maruz kalır, daha doğrusu içinde güç istencinin negatif-yıkıcı kıpırtılarının olduğu bir zeminde kendini suç üstü yakalar. Bile isteye güçsüzlük hattına çekilen, oradan bir milim sapmayan Kafka da güçle ilişkinin afallatan etkilerinden muaf değildir. Komplo yükseldiğinde duyulan, yerini bazen dehşete bırakan korku da aslında olumlu bir içeriğe sahiptir: yarı-kapalı, dalgın gözleri kocaman açan, bakışı netleştiren odur. Kafka’da korku paniğe yol açmaz ama. Hızdan, siyasal ve toplumsal ilişkilerin akışkanlığından, ruh hallerinin deviniminden elbette etkilenir, ama “yavaş ve soğukkanlı” bir şekilde düşündüğünü iddia eder Kafka: yavaşlık, ağırdan alma paniğe kapılmaları önler. Öte yandan, zayıf öznenin iktidar düşlerini etkisizleştirmede, komplo dalgalarını yatıştırmada işlevsel olan da utanç değil, korkudur. Dışsal, rahatça suçlanabilir, sorumlu kılınabilir bir kaynaktan; devlet, tanrı, hukuk yahut baba gibi yüksek bir otorite makamından değil, alçağın alçağı seviyelerde varoluşunu sürdüren bir öznenin kendinden duyduğu yükselme, yüceleşme, zorbalaşma korkusu... Bu korku dil ve estetik üretim alanında da kendini duyurur tabii: eserleri büyüklük komplolarına, başyapıt fetişizmlerine prim vermez... Kafka’nın mucizesi sömürülenler, aşağılananlar, horlanıp ötelenenler, ve elbette vezirler ve şahlar da dahil yeryüzündeki hiçbir varlığın asla münezzeh olmadığı bu daimi içsel komplo ataklarını boşa düşürebilmesi, bu süreçte dikkati bir savunma aracına dönüştürebilmesidir...        

***

Güçten, otoriteden, iktidar istencinden vazgeçebilmek suçsuzluğu teminat altına almak, cezasız kalmak için değildir. Güç ilişkilerini, iktidar hareketlerini ifşa etmekle kalmayıp iktidarı altüst etmek, şu ya da bu referansla dönüştürmek isteyen bir öznenin güce kapılmasından doğan bir utanç Kafka’da sahiden de yoktur. Elias Canetti iktidarın yakasına yapışır ve bu jestten de payına düşeni alır: “bende bütün suçlar mevcut.” Kafka iktidarın yakasına yapışmaz, daha ziyade içinden geçip gitmesine müsaade eder, bazı yana kayarak, bazı sıvışarak, buharlaşarak, fakat hiçbir zaman savaşmayarak: Kılıç şakırtısı duyulmaz Kafka’da. Zira iktidar onu boğmak isteyenleri de borçlu çıkarır, özellikle de kendine benzeterek. Bu açıdan bakıldığında, Nietszche’nin bir canavarla cebelleşirken canavarlaşmamak için uyanık olmak gerek ikazına Kafka muntazam şekilde riayet eden nadide bir kişilik. Gücü bilir, iliklerine kadar hisseder, ondan etkilenir, ama ona teslim olmaz...

***

Siyasal içerikleri de dahil herhangi bir alternatif yaşam formuna, olası daha iyi dünya tasavvurlarına yatırımda bulunmamak Kafka’yı politik açıdan sinik yahut ahlaken sorumsuz kılmaz. Kendi güçsüzlüğünün farkında bir varoluşun hanesinde ışıldayan masumiyet suçsuzlukla değil, aksine derin bir suç bilinci ile bağlantılıdır. Kafka nezdinde şayet belirleyici bir suç ya da günah varsa o da sabırsızlık suçudur, ona göre diğer tüm suçlar bu kök-suçtan türer: insan sabırsız olduğu için cennetten kovulmuştur, bir cezalandırılma mekânı olarak dünyadaki kayıtsızlığı yüzünden de kovulduğu cennete geri dönemiyor, ya da bir yeryüzü cennetini inşa edemiyordur: “sabırsızlığımın da, aldırışsızlığımın da ucu bucağı yok.” Gelgelelim, bu istisnai suçla kendini mühürleyen Kafka asla dünyaya sırtını dönmez, kendi ve dünya arasında kaldığında zarını mutlaka dünyadan yana atar, ama hiçbir koşulda –estetik üretim itibariyle- dünyayı yıkmaya kalkışmaz, zira tıpkı tekil birey gibi politik bileşenleriyle estetik üretim de dünyayı yıkacak bir güce sahip değildir. Böylesi bir güç iddiasında bulunmak küstahlık ve kibre davetiye çıkarmaktır...

***

Kafka sonsuzluk düşüncesi ve hissiyle düşüp kalkar, bu doğru, ama sonsuzluğu yakalamayı, onu duyumsamayı bir türlü beceremediğinden yakınır, varlığı hüzünle dolar, zira genişlik karşısında hâlâ “kendi içinde çok dardır.” Darlık hissinden feci yıpranır; sorunsuzca, kendine çelmeler atmayarak genişleyemez, çoğun tökezler, zira sonsuzluk düşüncesinin verdiği hazzı murdar eden bir “Yasa” ve dahası o Yasa’nın sesi vardır içinde: Yasa’nın sesi sonsuzluğun seslerini bastırır, hiç değilse gölgeler, ve hep oradadır. Kafka kendi içindeki bu “Yasa”nın amacından habersizdir, uykunun öznenin üzerine çökmesi gibi, Yasa da gafil avlıyordur kişiyi, hem Yasa’nın hücumlarına karşı hazırlıklı olmak da pek mümkün değildir. Genişleme arzusuna yönelik başkaldırı teşebbüsleri de bir olanak olarak hükümsüz gibidir. Sözgelimi Albert Camus’de olduğu üzere başkaldırı edimi varoluşu haklı ve meşru çıkarmayacak, aksine Yasa’yı daha da kuvvetli hale getirecektir. Madem genişlemek ya da başkaldırı kabil değildir, bu durumda daha da darlaşmayı, sonsuzlukta bir nokta olmayı, kendine has yollardan görünmezleşme, kaybolma dürtüsüyle olabildiğince küçülmeyi koyacaktır önüne Kafka...

***

Kafka’da bu dünyadan kaçış ya da çıkış mümkün değildir, dünya ancak içeride olunduğunda, sonuna kadar deneyimlendiğinde yok edilebilir. Kendi için “yılda bir kez halının üzerinden hızla geçip gitmesine müsaade edilen bir fareyim ben” diyecektir Kafka: Hüzünlü ve atik bir farenin, ya da “yaşlı bir köstebeğin”, kaideleri güçten yana atılmış bir satranç tahtasında ya da sıkı sıkıya gözetim altındaki “Büyük Ev Düzeni” içinde var olması, kendi küçüklüğünü hiç unutmayarak, büyüklenme düşlerine karşı uyanık bir şekilde sadece var olması, hayatta kalması... Gece vakti sessizliğin içinde tıkırtılar çıkaran bir fare ya da toprağın altında kendi tünelini kazıyan bir köstebek gibi Kafka da insanı huzursuz kılıp uykusundan eder. Somut, müşterek, program düzeyinde bir dünya tasavvuru yoktur belki ama yarattığı huzursuzluk yetirince politiktir. Bununla birlikte, küçülme jestleri, kaybolma süreçleri içinden kotarılan yazılar asla takatsiz ve kuvvetsiz değildir, zayıflık ebedi bir pasiflik ya da mutlak bir edilgenlik anlamına gelmez. Nitekim eserlerinin insanların zihnine “bir balyoz gibi inmesinden” söz eder Kafka: Ve nasıl ki Nietzsche çekiçle felsefe yapıyorsa Kafka da balyozla kendi söylemini oluşturur. Bu esnada hınç ve kibir kabarmalarına, intikam hayallerine bulaşmaz. Dünyanın dehlizlerinde, ilişkilerin yeraltı bölgelerinde, bir kurumdan diğerine iktidar oluşumlarının kör noktaları arasında dolanır Kafka; ürkütücü bir ironiyi seferber edip ciyak ciyak kahkahalar atarak, bir karganın çatallı neşesi ve kararlılığıyla...


1 Elias Canetti, Davalar, Kafka Hakkında Yazılar, çev: Mustafa Tüzel, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021, s. 41.

2 Kafka, Milenaya Mektuplar, çev: Semih Uçar, İstanbul: Nora Yayınları, 2016, s. 46.