Behçet Çelik siyasal yükleri de dahil netameli bir problemin etrafında dolanıyor Patikaların İyi Yanı’nda: karşıt kutuplar arasında salınan bir öznenin salınımın durduğu, gelgitlerin yol açtığı ruhsal çatışmaların büsbütün yok olmasa da kısmen yatıştığı bir “an”da demir atmak, kımıldamadan durmak, hatta mümkünse bir daha çıkmamak üzere söz konusu âna yerleşmek istemesi. Bu kozmolojik-metafizik ânın yokluğu negatif fakat kurucu bir parametre olarak estetik duyuşun, imge ve motif üretiminin, ironi kullanımının, yer yer cümle kuruluşlarının, paradoks oluşturma tarzlarının da omurgasını teşkil eder. Somut manada karşılaşılması mümkün değilse bile hiç değilse hissedilmesi arzulanan bu ânın eksikliği, arayış yahut bekleyiş çabalarını diri tutarken bir başka meseleyi daha gündeme getirir tabii: daimi bir dengesizlik hali, ya da ruhsal bir vertigo... Salınımdan mustarip öznede görünürde bir denge bulma, dengeye varma ihtiyacı duyulur: Az önce yahut anımsanamayan çok uzak bir geçmişte, ama her durumda artçı etkileriyle şimdide yoğun sarsıntılar, toprak kaymaları vuku buluyordur.
***
Geçmişle şimdi, düşle gerçek, susmayla konuşma, ileriyle geri, şüpheyle karar gibi ikilikler arasındaki bir sarkaçta devinen öznenin onu boğan ilişkilerden ve ruh hallerinden firar etme arzuları çoğun boşa düşer. Beklenen kurtarıcı an, dönüştürücü karşılaşma, ya da “yepyeni hayat” da gelmeyecektir: “O Andan da Geçmek” parçasının (adalet kelimesiyle kökteş ve tabii bir denge-denklik aracı olarak terazi imgesini de yankılayan) Adil isimli karakteri mesela, kentleşmenin yıkıcı etkilerinden nasibini almış bir sayfiyedeki köhne bir sitenin yarı-melankolik yöneticisidir. Yaşadığı yerin sayfiye olduğu hissine ancak arada bir soluduğu, soluduğunu sandığı uzak bir “koku”yu duyduğunda varır: geri kalan her şey silinmiş, ne vakit başladığı belli olmayan bir felakette dağılmış gibidir; yıkıntılar altında, hafızanın sökükleri arasında, deneyimin kanıtı olarak rutubetli bir duvarın “tozsu kokusu” vardır sadece. Yitip gitmişliğiyle bir hatırlatıcıdan fazlasıdır bu koku; melankolik titreşimleri canlı tutan odur. Çocukluk zamanlarını peşi sıra çağıran bu yitik kokuyla günlerini geçirir Adil; durgun, yorgun, hevessiz ve çoğun içe kapanık.
Penceresi, perdesi, kapı kilidi olmayan, “sığınaktan bozma bir oda”da çalışır Adil; ahalinin bitmeyen şikâyetlerinden bezmiştir. Eli kolu değdiğinde yok yere üşüten küçük metal masası, ayaklarının dibindeki elektrikli ısıtıcı gibi odasındaki pek çok eşyadan hoşnutsuzdur, oturduğu koltuk hariç ama. Salınımın kilit motifi olarak koltuğun da bir hikâyesi vardır: Bir vakitler “şaşaalı bir ofisten” buralara düşmüş olmalıdır, tıpkı yurtdışı düşleri kurarken birdenbire işsiz kalıp da Alaca Hill Sitesi’ne anlı şanlı bir “müdür” olarak düşen Adil gibi. Koltuğun eski kullanıcıları “sırtlığın yaylanıyor” olmasından ayrı bir haz almışlardır. Karşılarında duran birileri onlara meramlarını anlattıklarında onlar “bir ileri bir geri salınıp durmuşlar”, bir şeyler söyleyecekleri vakit de Adil’inkinden farklı olarak “daha büyük” masalarına dirseklerini dayamış, bir iki kelime lütfettikten ve muhataplarını yolladıktan sonra da sallanmaya devam etmişlerdir.
Ne var ki, Adil odasına gelenleri dinlerken, odada birileri varken asla sallanmıyordur koltukta. Otoritenin, vurdumduymazlığın tezahürü, daha da önemlisi hazzın dolayımı olarak ötekiler devre dışıdır Adil sallandığı sıra; keşke yakın arkadaşı Arif yanında olsa, “ikinci bir makam koltuğu” da ona bulup birlikte çene çalsalar ama odasında yalnızdır. Başkalarının karşısında değil, tek başına alınan, şahitsiz bir hazzı yaşıyor gibidir Adil. Bununla birlikte, yalnızken icra edilen bu sallanma sürecinde yabancılardan duyulan bir rahatsızlık da işliyor olmalı: nitekim tedirgin, ürkek bir karakter Adil. Öte yandan, sadece bedensel bir hareket için değil, zihni didiklemek, öznenin karanlık-puslu yanlarına ışık düşürmek için de gereklidir yalnızlık. Fakat önünde sonunda bir oyundur koltukta sallanmak: kapı kilidi olmayan odasında, ani bir gelişmeyle dışarıdan müdahale –seyircilerin baskın yapma- ihtimalinin hep olduğu, ama şimdilik kimsenin kesintiye uğratmadığı tek kişilik bir oyun. Bir tür ferahlama faslı, “kafasına üşüşen şeyleri” tefekkür imkânı olarak koltukta bir ileri bir geri sallanır:
“Adil, odasına gelenleri dinlerken asla sallanmıyor koltuğunda, ama yalnız kaldığında abartmadan usul usul, ileri geri, ileri geri, salıncakta gibi, ayaklarını yerden kaldırıp masanın altına uzatarak – hoşuna gidiyor. Sırtını yasladığında arkalığın en geriye gittiği anla kendisini azıcık öne çekip masaya en çok yaklaştığı ânın tam ortasında bir denge ânı, bir denge noktası olması gerektiğini düşünüyor bir süredir. Başlayan bir hareket öyle ansızın kendiliğinden durmayacağı için, ya da koltuğun biçimi, ağırlığı, bedeninin duruşu uygun olmadığından o ânı asla yakalayamayacağının, hiçbir zaman dengede kalamayacağının farkında, ama böyle ileri geri salınırken o andan da geçtiğini biliyor – o noktadan da-, önemli olan zaten o anda durup kalmak değil, o ânı hissedebilmek. Şu saniyede, yok, büyük ihtimalle şu salisede oradaydım, tam dengede, geldi ve geçti, gelecek ve geçecek, ama her seferinde orada olacağım, orada da olacağım.”1
Ruhsal varoluşta “tam denge” imkânsızdır oysa; acı bir şaka, ya da doğaüstü bir “mucize”dir olsa olsa. “Tam denge” gelip geçen, hissine dahi erişilemeyen “orada”dır ancak, “burada” ise kendi yakıcı boşluğuyla eksik bir denge hissi hâkimdir. Aynı anda hem olduğu yerde olmak hem de olmamak, üstelik “bulunduğu yerde olmamayı başarmak”, bu durumda bulunduğu yerden çıkmak, maddi dünyayı aşmak, ilişkilerden sıyrılmak, hafızanın ayak oyunlarına galebe çalmak ve nihayet bir denge noktasına, zamansal açıdan şimdiye kavuşmak: yakalanamayacaktır bu an, ama zaten yakalanmaması gerekir. Zira denge ihtiyacının öte yüzünde esas itibariyle denge bozucu dinamiklere duyulan çok daha kuvvetli bir ihtiyaç bir nabız gibi atıyordur. Behçet Çelik’te arzunun iki veçhesi vardır: bir veçhesi hareketsizliğe, dengeye, tatmine, kurtuluşa, sükûnete ve sair olumlu hallere gözünü dikmişse; diğer veçhesi de baş dönmelerine, memnuniyetsizliklere, uğultulara, uçlar arası mekik dokuma hareketlerine, denge kayıplarına gözlerini dikmiştir. Dengenin yokluğu varlığından çok daha belirleyicidir. Durulma ânından geçilmesi şarttır; zira çıkışsızlık fikri ve hissiyatını da besleyen başlıca kaynak arzunun yükselişi değil, aksine kesilmesi, baş aşağı düşüşü, sessizce sönmesidir. Toplumsal ve iktisadi zeminin rolünü hesaptan düşmeden; güçlü isteklerle buluşamayan arzu, Behçet Çelik’te daima bozguna uğrar. Söylenemeyen, dilin ucuna kadar gelip de yutulan cümleleriyle, suskunluktan köpürmüş konuşmalarıyla, ikinci adımın geriye doğru ilk adımı zan altına aldığı, müstakbel üçüncü adımıysa yokuşa sürdüğü bir tür bozgun estetiği söz konusudur. Bu estetikte mahcup hayıflanmalara, kesin ve tam kararında bir gerilimle zihni deşme pratiklerine, pişmanlıklara, arada bir yoklayan nostaljiyle bezeli tatlı zamanlara temas eden arzu derhal hüsrana uğrar: zira “her şey iyi giderken tökezlemeden duramayan” bir varoluştur bu. Orada bir yerlerde sırasını bekleyen yanlışlar vardır; doğruları silmek ve yeniden yazmak üzere. Arzu bile isteye kendine tuzaklar kuruyor, engeller yaratıyor, kendi kendini yolundan ediyordur aslında.
Özne kendi sınırlarıyla barışık değildir belki ama çatışma halinde de değildir: arzuyu gerisin geri püskürten başlıca etmen de bu çatışmasızlıktır. Nitekim noktalar arası hareketler, başka bir yerde olma istekleri, anların geliş ve geçiş protokolleri gibi bahisler üzerine öne sürülen mülahazalarda bir mesele görünmez hale gelir: öznenin değil, koltuğun yaylanma sınırları belirleyicidir. Bir denge ânı yoktur, hatta bu pek önemli de değildir, ama koltuğunda ileri ve geri sallanırken; sözgelimi geriye kaykıldığında özne sırt üstü yere düşmüyor, ya da öne kaykıldığında kafasını masaya çarpmıyor, daima bir sınır çizgisinde duruyordur: zira abartmadan ve usul usul sallanıyordur. Usul usul değil de, abartarak sallansa sınırın öte yanında nelerin olabileceği müphemdir, Behçet Çelik’te öteye bakışlar atılmaz, cümleler de tam durmaları gereken yerlerde noktalanır, zira yazının da tutturulması gereken kendi dengesi, kıvamı vardır; yazar ve yazı arasındaki sözleşmede ifrat hamlelerine, sınır aşımlarına, taşkınlıklara, hıza yahut gösterişe yer yoktur... Gelgelelim sınırın öte taraflarına asla dudak bükülmez, ama özel bir merakın da konusu değildir, zira sınırın bu yanındaki, kelimelerin cümleye nokta konmazdan önceki sıkıntılı akışları, öznenin aşağıya doğru keskinleşen kendi girdapları yeterince afallatıcıdır zaten. Behçet Çelik’in metinlerindeki karakterleri yorumlarken “mazbut özne” demişti Orhan Koçak.2 Mazbut sıfatının yanına sınırları, eylem fikrini, metinsel stratejileri, hatta ritim mefhumunu da yörüngesine alan bir başka kavram daha eklemeli belki de: ihtiyatlı özne.
***
Turgut Uyar’ın “Tel Cambazı” figürü de denge kaybından rahatsızdır, “siz” diyerek seslendiği bir kesime dengesini bozdukları için kafa tutar, tabii ironiyi de elden bırakmayarak:
“Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız”3
Özne dengesi bozulduğu için denge bozmaya isteklidir; dozunda bir tehdit, kararlı bir öfke yankılanır “benim dengemi bozmayınız” sesinde. Ama sahiden dengesi bozuluyor mudur şiirin öznesinin? Orhan Koçak şiirdeki ironik tonun bir “tuhaflığı” perdelediğini belirtiyordu. Ona göre, şiirde ironi tutuculaşıp savunmacı bir konuma çekiliyor, bu da denge sarsıntılarının dışsal faktörlerini tali hale getiriyordur: öznenin dengesini bozan unsurlar; yani âmenna denilen büyük Tanrı, alı alına moru moruna eşit adamakıllı şiir gibi imgelerin hepsi, Koçak’ın işaret ettiği üzere aslında “fazla dengeli” birimlerdir. Tel Cambazı elbette kararsızdır, tereddütle de olsa hareket etmelidir: bir kez başlamış şiir yazılmalıdır. Özne kendi dengesini kaybetmek pahasına ona dışsal ama epeyce yakın dengeli varlıkları sarsmaya yeltenir; kendisi de sarsılmak, hatta öncelikle kendi sarsıntısını kendi yaratmak üzere. Bocalama, tutarsızlık, savrulma, hatta bozukluk kaçınılmaz olmanın yanı sıra, arzulanan durumlardır: “Sanki asıl özlenen şey, o nadir ‘mutlak kımıltısızlığın’ bile ötesindeki yeni(den) dengesizleşme ve baş dönmesi halidir.”4
Ve yeniden dengesizleşme arzusuna dayanak kabilinden müthiş bir aldırışsızlık sonra: “kalabalık ha olmuş ha olmamış.” Bir şey bir yerlerde kaybediliyorsa başka yerlerde bulunuyordur: kaybetme ve bulma süreçleri kendi diyalektiğini çoktan yaratmıştır. Tasdik edilen, âmenna diyerek kabul edilen şiir de öyle adamakıllı bir şiir değildir aslında: “ama ağaçlar şöyleymiş / ama sokaklar böyleymiş.” Kıyıcı ironi, şiirin değil, şairin cephesinde, şiirin zaaflarını telafi etmek üzere işliyordur.
***
“Kalabalık ha olmuş ha olmamış”, ya da o an ha gelmiş ha gelmemiş, Behçet Çelik’teki ironi Turgut Uyar’daki gibi bir ucuyla politik bir sinizme değil ama bir tür utangaç nihilizme yönelir, ağır ağır ve sakınarak... Sahtelik ve sahihlik tellerini oynatan, söylemde boşluklar, çatlaklar yaratan bir tekniktir ironi Behçet Çelik’te: katılıkları çözen, yoğunlaşmaları seyrelten, ağır düşünceleri hafifleten, kimi ontolojik-politik sorunlardan, sorunsallaştırma ihtimallerinden sıyrılmaya vesile olan bir teknik. Bu teknik aynı zamanda tezatlık kurma işleviyle de donatılmıştır. Sözgelimi koltuğunda sallanan Adil “kâh bir kâbus kâh bir fars gibi” duyuyordur hafızasından dökülenleri: Alışılmış, hatta belki istenilen, muhafaza edilen karşıtlıklar varoluşunun yapıtaşlarıdır. Keza sitenin adı “alaca”dır ama öykünün fonu hayli gridir, yaşam solmuş, dökülüp saçılmıştır. Her şey dengeyi bozmak üzere kuruludur sanki. Dışsal denge bozucular kadar içsel bir denge bozucu olarak “koku” da bir potansiyel tetikleyicidir tabii. Ahmet Muhip Dıranas’a nazireyle akşamüstlerinin değil, kuşluk vakitlerinin çok daha “hoyrat” olduğunu düşünen Adil, bir sabah yeniden “koku”yu duyar, ruhsal vertigo bu kez fiziksel düşme riskiyle daha da yoğunlaşır; tıklım tıkış bir minibüste çalkalanarak yol alıyordur; hem iç hem de dış faktörlerin aynı anda yürürlükte olduğu tek cümlelik şu harika upuzun pasaj:
“İsin sisin, dumanın pusun arasında, ani frenlerde öne itilip hareket ettiğinde arkaya çekildiği, düşmemeye, ayakta durmaya, daha şimdiden güne başlama yorgunu öbür yolculara çarpmamaya çabaladığı minibüsten inip toprağa birer kama gibi saplanmış siteleri birbirinden ve caddeden ayıran yüksek duvarların önündeki daracık kaldırımda, daha sönmemiş sokak lambalarının altında yürüdüğü sırada, yağan pis yağmura, yüzünü kesen poyraza rağmen –belki de onlardı getiren-, gece boyu bölük pörçük uykularında ve uyanıklığında kendisini burada, bu sığınaktan bozma, kapısında ‘idare’ yazan odada, sürekli şikâyet şekva içinde konuştukça konuşan, dönüp dolaşıp aynı cümleleri yeniden ısrarla peş peşe yineleyen, sanki bütün dünya onlara bir şeyler –para, mülk, unvan, itibar- borçluymuşçasına mağdur ve bundan her daim haklılık, aksilik ve şirretlik almaşığı bir ömür devşiren adamlarla kadınların evreninde sıkışıp kalmış hissetmekten bıkkın, her yanını balçık bataklık kaplamışçasına hareket edememiş olmaktan yorgun, gecenin korkusundan, kaygısından henüz sıyrılamamış halde ağır aksak yürürken tökezleyiverdi, düşer gibiyken doğruldu.”
Öne arkaya gidip gelen, “ani frenlerle” bir o yana bir yana sallanan, düşmemeye, ayakta kalmaya çalışan, site sakini bir örnek adamların ve kadınların pejmürde dünyalarındaki çıkışsızlıktan bunalmış, dışarıya değil, içeriye yönelen kesif bir öfkeyle özne tam düşer gibiyken yeniden doğrulur; “ayağım boşluğa geldi sadece” diyerek...
***
Behçet Çelik’in öykülerinde düşmenin yalnızca trajedisi değil, saklı hazzı da devrededir. “Lahmacunun Kıtırı ya da Kesintisiz Boşluk” parçasının Ekrem’i ona azap çektiren ama aynı zamanda zevk de veren, ağırlığı ve cismi olduğunu öne sürdüğü bir “düşünce”den düşer mesela:
“Düşmeye başladığını hatırlıyor sadece, olduğu yerde düşmeye, baş dönmesi gibi, yer yarılmıyor, düzlem aynı, irtifa kaybetmiyor, ama düşüyor. Aşağıya çeken bir şey var, ama yer çekimi değil (...) Bir düşünceden düştü, bir düşünce bozdu dengesini, ağır geldi.”
Kimsenin sahip olmadığı, emsalsiz, özneyi ayrıcalıklı kılan bir “düşünce” değildir ama bu. Denge bozucu uyarıcılar anormal durumlar yahut istisnai olaylar değil, tam aksine “normal” durumlar ya da kanıksanmış kurallardır. Kitabın nefis parçalarından biri olan “Seyrelme Telaşı” öyküsünün Çağla karakteri, arkadaşı Oya’yla dertleşirken, Oya’nın “Kötü mü geçti çocukluğun” sorusuna, “her şey normaldi, çok normal. Sorun buydu belki de. Her şey ayarındaydı” cevabını vermesi: Işıktan umudun kesildiği, karanlığın daha da kuvvetlendiği, olayların değil, olaysızlıkların baskın olduğu bu parçada denge problemi “ayar” kavramı dolayımıyla tartışılır; olumlu ve olumsuz çizgileriyle seyrelme arzusunu boğan telaş ya da daha ürkütücü tınılarıyla “masif” kelimesinin ağırlığı altında...
1 Behçet Çelik, Patikaların İyi Yanı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2021, s. 79.
2 Orhan Koçak, “Behçet Çelik: Sosyal Doku Yırtılırken Hikâyecilik”, K-24, Temmuz 2017.
3 Turgut Uyar, Büyük Saat, Bütün Şiirler, İstanbul: YKY, 2013, s. 121.
4 Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi, İstanbul: Metis Yayınları, 2014, s. 81-82.