Sinema ve Psikanaliz: İnsan Yaratıcılığının Kökenleri
Erdoğan Özmen

Doğada gerçekleşen en büyük mucize, insan yavrusunun biyolojik başlangıçlarından (biyolojik bedeninden de) uzaklaşarak/koparak kendini dilin/kültürün/toplumun bir öznesi olarak oluşturmasıdır belki de.  Demek başlangıcın olmadığı bir yerden, kökenleri aşarak başlarız hayata.

Psikanalist Winnicott, başlangıçta bütünleşmemiş ve dağınık haldeki deneyimlerden ibaret olan benlik (self) çekirdeklerinin tutarlı bir bütün oluşturması ve sağlıklı biçimde gelişmesinin annenin sağladığı kucaklayıcı/tutucu ortam (holding environment) sayesinde mümkün olduğunu ileri sürer. Annenin bebeğin ihtiyaçlarını empatik bir biçimde ve eksiksiz olarak kavradığı ve karşıladığı, hiçbir engellenme ve yoksunluğun söz konusu olmadığı bir evredir bu. Bebeğin, ihtiyaçlarının nesnesiyle (içini ısıtan, tutan/kavrayan, açlığını gideren ve tatmin eden meme ile) dolaysız bir ilişki içinde olduğu neredeyse mitik bir evre. Anne eksiksiz bir uyum göstererek bebekte nesneyi kendinin yarattığı inancının/yanılsamasının doğmasına fırsat tanır. Anne, bebeğin kendi bedenine ait değilmiş gibi, dışsal bir şey gibi  algıladığı tüm dürtüsel uyarım ve gerilimlerini anlaşılır bir biçimde düzenleyip, demek sözcükleri ve eylemleriyle değiştirip yeniden bebeğe sunarak yapar bunu. Böylece bebeğin kendi deneyimine ulaşması annenin yanıtları ve müdahaleleri sayesinde mümkün olur. Tam da bu eksiksiz uyum, örtüşme ve eş zamanlılık yüzünden memenin bebek tarafından henüz bir nesne olarak bile değil de kendinin bir parçası/uzantısı olarak algılandığı bir “yanılsama anı”dır bu. Her türlü yaratının kaynağı olarak kendini gördüğü tam bir tümgüçlülük (omnipotence) deneyimidir: Bebeğin “memeyi kendi sevgi kapasitesinden tekrar tekrar yarattığı” mucizevi an. Gelecekteki kendine güven duygusunun temeli olacak olan söz konusu tümgüçlülük deneyiminin, bu yanılsama anının tedricen gerileyeceği, ortadan kalkacağı bir evreye geçilir.        

“Anne başlangıçta bebeğe neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte, kendi memesinin onun bir parçası olduğu yanılsamasının doğmasına fırsat tanır. Meme, adeta bebeğin büyülü denetimi altındadır… Tümgüçlülük, deneyimin neredeyse vazgeçilmez bir gerçeğidir. Annenin nihai görevi bebeği bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır, ama başlangıçta ona yanılsama için yeterince fırsat vermeden bunu başarması mümkün değildir.

Başka türlü söylersek, bebek memeyi kendi sevme kapasitesinden ya da (denilebilir ki) ihtiyaçtan tekrara tekrar yaratır. Böylece bebekte öznel bir olgu gelişir; bu anne memesi dediğimiz şeydir. (Burada annelik tekniğinin tamamını işe katıyorum. İlk nesnenin meme olduğu söylendiğinde, “meme” sözcüğü bence gerçek meme kadar annelik tekniğine de karşılık gelecek biçimde kullanılmaktadır. Bir annenin emzirme yerine biberon kullanarak da (beim deneyimimle) yeterince-iyi bir anne olması imkansız değildir.) Anne gerçek memeyi tam da bebeğin yaratmaya hazır olduğu yere tam gerektiği anda koyar.

Demek ki insan doğumundan itibaren nesnel olarak algılananla öznel olarak kurulan arasındaki ilişki sorunuyla uğraşmaktadır; anne tarafından yeterince iyi bir biçimde hazırlanmamış birinin de bu sorunu sağlıklı bir biçimde çözmesi mümkün değildir. Sözünü ettiğim ara bölge, bebeğe birincil yaratıcılıkla gerçekliğin sınanmasına dayalı nesnel algı arasında tanınan bölgedir.”[1]

Bir karşılıklılık, kurulan ve gelişen ilişkisel alanın bir işlevi olarak ortaya çıkan diyalektik bir ilişki, daha baştan karşılıklı olarak birbirini içerme, birbirini varsayma söz konusudur burada demek ki. Bebek memeyi, tam olarak kendi ihtiyaç anında bir meme yaratabildiği ölçüde algılar. Diğer yandan anne de gerçek memeyi “tam da bebeğin yaratmaya hazır olduğu yere tam gerektiği anda koyar.” Yanılsama anı/deneyimi ve buna eşlik eden varsanısal tümgüçlülük duygusu nihayet sınırlarına ulaşır, ve böylece “nesnel olarak algılananla öznel olarak kurulan arasındaki” ara bölge, ikisi arasındaki ilişki sorunu ortaya çıkar. Geçiş nesnesi sorunu ve alanıdır bu. Bebek dördüncü ve altıncı aylar ile sekizinci ve onikinci aylar arasında ilk kez benliği dışında bir nesneyi (ilk ben-olmayan şeyi) kullanmaya başlar. Aynı zamanda anneden ayrışma, ayrılma sürecinde ortaya çıkan depresif anksiyeteye karşı bir savunma işlevi de görebilen bu nesne bir battaniye kenarı, yün yumağı, tüylü bir oyuncak kadar bir sözcük, bir ezgi, özel bir davranış ve konuşma tarzı da olabilir. Demek dış dünyanın sunduğu, yani çoktan bir nesne olarak var olan ama bebeğin fantazisinde bir daha yarattığı şey. Acıkmış bebeğin hayal ettiği zaman -büyüsel bir biçimde- oracıkta mevcut olan, bulunuveren arzulanmış memeye, yani öznel olarak kavranan bir nesne olarak anneye (tüm bu tümgüçlülük duygusuna ve yanılsamalı birincil yaratıcılığa rağmen) tam bir bağımlılıktan göreli bir bağımsızlığa geçiş alanına yerleşen nesneler. İlk yaratıcılık alıştırmaları, oyun ve sanat bu ara bölgede gerçekleşir. Demek mevcut bir nesneyi, çoktan orada olan, bana verilmiş bir şeyi, ona yüklediğim anlamla bambaşka bir şeye dönüştürürüm. Gerçek bir nesnenin simgesel bir nitelik edinerek anlamına kavuşması, önceki virtüel çokluğunun/potansiyelinin edimselleşmesi ve gündelik gerçekliğin bir nesnesine dönüşmesidir bu. Kendine yeni bir hayat yaratmaktır. Olan bitenden, başımıza gelen şeylerden ziyade onlara yüklediğimiz anlamlarla mütemadiyen yeniden yaratılan bir hayat. Her şimdiki zamanın/anın kaçınılmaz biçimde hem geçmişe, geriye doğru hem de geleceğe, ileriye doğru ilmeklendiği bir hayat. Her somut anı eşzamanlı olarak her üç zamanda yaşayacağızdır artık. 


[1] D.W.Winnicott; Oyun ve Gerçeklik (çev. Tuncay Birkan), Metis, 1998, s. 30.