Nilgün Toker’e, gülüşüne...
Ne gerek var durup dururken kendinden ötelere taşmalara, yalpa vuran sarhoşlar gibi başkalarının hikâyelerinde çalkalanmaya, bir yerlere yarı sersem iliştiğini sanarak üstelik: kişinin daha kendi hikâyesini bile yerli yerine oturtamamışken, ilişkilerden afallamış, kalabalıklarda darmadağınken, bıkmadan usanmadan kimi uzak yaşamlarda kendi siluetini görmek istemesi! Kurtuluş, huzur ya da mutluluk; göz ucuyla, az biraz imrenerek yahut masum bir hasetle bakılan başkalarının varoluşlarındadır sanki. Oraya erişilirse, oradaki gibi olunursa çözülecektir sanılır ruha atılmış düğümler. Tedavüle sokulmuş türlü idealler, modeller, imge sağanakları da caba... Daha beteriyse mutlaklık düşleri, özdeşlik arzusu, tekliğin tiranlığı, ya da şu tamamlanma çılgınlığı... Hüzünlü bir filozof “yeryüzünde insan değil, insanlar vardır” diyordu: birinin yazgısı diğerinin rüyasıyla neden özdeşleşsin, telafisiz bir eksiklik güya başka bir dolulukta nasıl olur da kendini düze çıkarır; ya da bir yarımlığın bir diğer yarımlıkla birleşip kaynaşmasından tamlık mı oluşur... Hem nedir, dahası neresidir şu tılsımlı dışarısı! Tamamlanmak için dışarısı, gecikmiş cevaplar için dışarısı, suçlamak için daima dışarısı... Oysa sadece cevaplar için değil, sorular için de “içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla” diye harfler düşüyordu bir şair. Ama tutkulu şairler kimin umurunda artık; vitrinlerde “balgam çıkaran” gazetelerden parçalar, “herkes için iyi, herkes için kötü” diyen çürük çarık politikacılar, “vergi memurları”dan hallice psikologlar, analistler, rahipler, şunlar bunlar dururken...
***
Kolay sanılır insanın kendi içinde, ruhunun kıvrımlarında dolanması, çoğun kesilip susarak, hiç kimseyi ama hiç kimseyi suçlamadan, bazen buz gibi irkilip de boşlukta dalgalanarak kendine yollar icat etmesi, ayaklarının birbirine dolanmasını göze alıp... “İnsanın kendini keşfetmesi en zorudur” diyordu Nietzsche de: kişinin kendini bulması değil, yeniden bulması için kaybolmayı göze alması gerekir. Güvenlikten, konfordan, aşinalıktan, “mumyalaşmış kavramlardan”, kabuk tutmuş tekmil alışkanlıklardan istifa etmesi demektir bu da. Ama mahkeme duvarı suratıyla dış dünya tam olarak bu istifa eşiğinde dikilir insanın karşısına; bırakmaz, yakasına yapışır kurumlarıyla, söylemleri ve cümle değerleriyle: bu mahkemede kişinin hiç değilse bir süreliğine kendi utancına, kendi sözüne ve sesine, arzusuna ve hasretine dönmesi nasıl da ayıp, günah ya da suç addedilir. Öyle ya, orada kentleri, kültürleri, meclisleri, aileleri, şirketleri, eğlenceleri ve sair türlü sahneleriyle dünya vardır, uçsuz bucaksız; daha da ötede “Tanrı’nın en büyük şairi olan doğa” vardır, hesapsız kitapsız... Ve bu baş döndüren ummanda nedir ki insan, bir “toplu iğneden” başka?
***
Ne var ki, bu toplu iğnenin ruhu gökyüzünü de tüm okyanusları da alır içine. Bir muammadır bu, hâlâ sırrına erişilememiş: İnsanın bir içinin olması yerine göre bir mükâfatsa yerine göre de korkunç bir işkencedir. İlle de sivri bıçaklar gerekmez bu içi kazımak ya da deşmek için: anlık bir susuş, asude bir görüntü, zamansız bir koku, ya da hazırlıksız bir anımsama kafidir, uçurumların birdenbire belirmesine... Öyle gürültü patırtıyla da değil, bazen bir kapı sessizce açılır; açılır ve davet eder yolcusunu içeriye: kişinin kendi korkusuna, tasalarına, kâbuslarına, düşlerine yapılan bir çağrıdır bu... Ama kendine tahammül edemeyen, varlığı kendine çoktan bir yük haline gelmiş insan kaçar kendine açılan bu kapılardan... Ama neyse ki, bazıları da kendi karanlıklarına bakmaktan çekinmez, kapıları telaşla kapayıp da dışarıya sığınmaz, başkalarının kapılarında hele hiç oyalanmaz. Derdi günü kendiyle cebelleşmek ya da bazen cilveleşmek olan; herhangi bir maruzat göstermeden, hiç mahcup olmadan, Montaigne nasıl da rahattır mesela içindeki kâh zorlu kâh ferah seyahatlerden dem vururken:
“Kendimi öyle seviyorum ki, sevgimi bir türlü kendimden dışarıya çıkaramıyorum. Herkes sevgisini bir sürü dosta, tanıdığa dağıtırken, ben kendi içimin rahatından, kendi varlığımdan başka bir şeye bağlanamıyorum. Başka şeylere bağlanışım kendi isteğimle, bile bile değildir. Böyle iken, düşüncemin kendi yetersizliğini yüzüne vurmaktan hiç geri kalmadım. Gerçekten düşüncemin en çok üstünde durduğu şeylerden biri de budur. Herkesin gözü dışarıdadır; ben gözümü içime çevirir, içime diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne bakar, ben içime bakarım: Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi seyreder, kendimi yoklar, kendimi tadarım. Herkes kendinden başka şeylerin peşindedir; hep kendinin ötesine gitmek sevdasındadır.”1
Kendini severek seyretmek, bu riskli ama zevkli de süreçte kendini yoklamak, hatta tatmak: Yadırganacak, lanetlenecek bir bencillik, ya da moda tabirle bir narsisizm midir bu? Sevgisini yalnızca kendine yönelten bir varoluşun vurdumduymazlığı mı ya da... Dostlardan yahut tanıdıklardan sevginin ve ilginin esirgenmesi değildir ama burada maksat, zira pek çok şey gibi sevgi de bir bağlanma meselesidir: özneye kendine duyduğu sevgiyi yeniden hatırlatmayan, sunmayan, onu kendine yeniden ve daha güzel yollardan bağlamayan her türden bağlanma hamlesi esas itibariyle zararlıdır, kişinin kendinden nefret etmesine yol açtığı için. Kendini keşfetmek kadar zor olan bir başka edim de insanın kendini sevmesi, daha doğrusu kendinden hoşnut kalabilmesidir. Kendinden hoşnut kişi başkalarını kınayacağına kendini kınar; dışarıdan kabahatli aramaz, mazeretler üretmez, yetersizliklerini çekinmeden kendi yüzüne vurmaktan da imtina etmez; varsın el âlem başka şeylerin peşi sıra koşsun, kendi içine bakan özne kendi temaşasındadır...
***
Gelgelelim bu temaşa öznenin kendine kapanması, dünyadan el etek çekmesi, sonsuzca darlaşması, yaşamdan kopması anlamına gelmez, aksine yanılsamalarla perdelenmemiş, yalanlarla çevrelenmemiş hakiki bir temaşada açılmanın, genişlemenin memnun cevheri parıldar; Oktay Rifat’ın “Kuş” şiirinde geçen şu dizeler kendini temaşa eden “ben”in bitimsiz adları ve bu adların görünümleridir, dünyada:
“Eski bir aynada çoğalıyordum. Birken
On, onken yirmi; büyüyor kalabalığım.
Fırıncı, demirci, sabuncu, meyhaneci;
Deniz ben, sokak ben, ağaç ben, yalnızlık ben.
Kendimi içiyordum bardaktan, kendimi
Dişliyorum elmada. Yat kalk, uyu uyan,
Çevreye serptiğim benler içinde ben.
Sonra gün battı, morardı dağların ardı.
Bir kuş öttü ovada, başka bir hamurdan,
Aynamızda ay ışığı gibi yansıyan.”
Aynaya atılan bakışlarla sayılar artar, ikiye üçe katlanır. Basit cinsinden bir “temsil” olmadığı gibi bir özdeşlik fantezisi de söz konusu değildir şiirdeki bu çoğalma eğiliminde: daha ziyade fırıncıları ve demircileriyle insanın içindeki kitleye, denizi ve ağaçlarıyla insanın içindeki doğaya temas edilir. Ama bu temas, bu temaşa hâlâ “eski bir aynada” vuku buluyordur. Alttan alta yeni bir kitle, yeni bir doğa, serpilen benler içinde yeni bir ben ihtiyacı duyulur; zira yat kalk, uyu uyan... Varlık ıstırap içindedir bu kör döngüde, ama rutin cehennemindeki yoğunluklar seyrelir, birdenbire ufukta bir imkân belirir, gün batar... Çekilir eski aynaya düşen eski ışıklar da aradan... Dağlar morarır ve nihayet karanlıkta bir kuş öter, belki değişimin, belki arzunun kuşu, ama her durumda başka bir hamurdan: karanlığı çatlatan bu sesle yıllanmış aynalar da parçalanır elbet, yepyeni aynalarda başka biçimlerde çoğalması için “ben”lerin, ay ışığında ve usulca...
1 Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2017, s. 131.