Türkiye’de yürürlükteki siyasal rejimin başat niteliklerinden birinin bir suç örgütü dayanışmasına dönüştüğünü en iyi ifade eden kişi, elbette böyle bir suç örgütünün içinden gelen biri olabilirdi. Bunları ifşa edenin gerekçelerini bilmiyoruz. İddialarının hangilerinin ve ne oranda gerçek olduğunu da bilmeye şimdilik imkân yok. Bunların bilinmesi için savcılıkların iddialara ilişkin soruşturma açmaları, meclisin araştırma komisyonu kurması, bu iddiaları araştıracak gazetecilerin “cumhurbaşkanına hakaret”, “terör örgütüyle iltisaklı olma”, “devlet sırlarını ortaya çıkarma” veya Ahmet ve Mehmet Altan’a yöneltilen “subliminal mesaj” türünden fantastik suç iddialarıyla yargılanma tehdidi altında olmamaları gerekir. Bunların hiçbirinin yürürlükte olmadığı Erdoğanizm Türkiye’sinde, devlet yönetimiyle örgütlü suç faaliyetleri arasında bir simbiyoz olduğunu somut olarak ispat etmek zor olacaktır. Simbiyoz ya da ortakyaşam, iki canlının tek bir organizma gibi yaşamalarıdır. Eskiden olduğu gibi devlet güçlerinin yer yer suç örgütlerini kullanması değildir artık söz konusu olan. Bugün karşımızda olan, devletle örgütlü suç şebekelerinin tek bir organizma gibi çalışmalarıdır.
17/25 Aralık 2013’te ortaya dökülen büyük yolsuzluk iddialarının üzerinin örtülerek geçiştirilmesi gibi, ne olursa olsun iktidarda kalmak hedefi etrafında kenetlenmiş şer ittifakı bloku bugün ortaya dökülen çok daha ağır suç iddialarını sessizlik örtüsü altında geçiştirmeyi amaçlıyor. Bu sessizlik ve susturma ikili yöntemini mümkün kılan temel olgu, Erdoğanizm’in kamu yönetimine ilke ve kurallar düzeyinde getirdiği üç önemli uygulamadır.
Bunların birincisi, yasasızlaştırmadır. Anayasa dâhil, yasaların iktidarın işine geldiği kadarıyla ve işine yaradığı biçimde uygulanması, geçerli olmaları halidir bu. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve kararlarının merkezinde yer aldığı bu yasasızlaştırma, aynı zamanda yasamanın ve yargının yürütmeyi denetlemesinin de fiilen yürürlükten kalkmasıyla birlikte gerçekleşiyor. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği’nin 2016-2019 yıllarında yürürlüğe giren kanunlarla Cumhurbaşkanlığı kararname ve kararlarının sayısını karşılaştırdığı araştırma durumu açıkça ortaya koyuyor. 2016’dan beri TBMM’nin onayladığı kanun sayısı yıldan yıla azalırken, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve 2018’den sonra esas olarak Cumhurbaşkanlığı kararlarının sayısı artıyor. Anayasa Mahkemesi denetimine tabi olan kararnameler yerine Cumhurbaşkanlığı kararlarına ağırlık veriliyor. Bu kararlar kâğıt üzerinde Danıştay denetimine tabi olması gerekirken, Cumhurbaşkanlığı hukukçuları bu kararların Cumhurbaşkanı’nın tek başına yaptığı işlemler olarak yargı denetimi dışında olduğunu iddia ediyorlar. Böylece 2017 anayasa değişikliği ile tek karar alıcı olan Cumhurbaşkanı’nın kararlarının hepsi hükümet tasarrufu olarak değerlendirilip, ne TBMM’nin ne de hiçbir yargı merciinin denetleme yetkisinin olmadığı iddia edilen çok geniş bir karar alanı yaratılıyor. Böylece aktif biçimde parti başkanı olan bir cumhurbaşkanının siyasi ve hukuki sorumluğu fiilen ortadan kaldırılıyor. Yürürlükteki rejim hukuken ve siyaseten sorumsuz ama yürütme yetkisini ve hatta büyük ölçüde yasama yetkisini elinde tutan bir otokratın merkezinde olduğu seçimli bir monarşik cumhuriyettir.
Yasasızlık normlar hiyerarşisinin de ortadan kalkması demektir. Anayasa Mahkemesi kararını, Cumhurbaşkanı’nın desteğiyle bir alt derece mahkemesinin tanımaması, meclisin onayladığı kanunlaşmış bir uluslararası sözleşmenin cumhurbaşkanlığı kararıyla yürürlükten kaldırılmasının anlamı budur. AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. maddesini ihlal ettiğine hükmederken gösterdiği gibi, Cumhurbaşkanı’nın açılan soruşturmaları açıkça yönlendirmesi, alınan tutuklama kararları ve devam eden davalarla ilgili açıkça müdahalede bulunması yargıya siyasi müdahalenin en tepeden yönetildiğini gösteriyor. Hâkimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin ezici çoğunluğunu Cumhurbaşkanı’nın fiilen tek başına ataması da yargı bağımsızlığının ağır bir ihlali değil midir? Erdoğanizm’in en yıkıcı, karşısında mücadele edilmesi en zor uygulaması, bu yasasızlaştırma pratiğidir.
Erdoğanizm’in ikinci uygulaması, kurumsuzlaştırmadır. Kurumların kısmi veya tam özerkliklerini ortadan kaldırıp, bütün kamu kurumlarının veya kamu yetkisini haiz kurumların Cumhurbaşkanı’nın şahsında cisimleşen Cumhurbaşkanlığı kurumunun doğrudan şubeleri haline dönüştürülmesidir. Dil beynin aynasıdır. Tayyip Erdoğan’ın devlet/hükümet başkanlığı kurumuyla kendisini özdeşleştirerek kullandığı “şahsım” kelimesi, bu kurumsuzlaştırmanın somut olarak dile vuruşunu ifade ediyor. Bugün yargının en üst kademelerinden birinci derece mahkemelerine ve özellikle ağır ceza mahkemeleri ve sulh ceza hâkimliklerine, üniversitelerin yönetimine, başkanlık sekretaryası konumundaki bakanlıklara, kamu işletmelerine, yerel yönetimlere, Varlık Fonu’na, Hazine’ye, Merkez Bankası’na, güvenlik güçlerine ve iktidar partisine kadar uzanan bu kurumsuzlaştırma operasyonu, bütün bu kurumların tek bir kişi tarafından ve çoğu zaman doğrudan yönetildiği icra kurumları olarak çalışmalarını amaçlıyor. Doğrudan yönetim imkânının olmadığı muhalif partilerin yönetimindeki belediyelerde ise, kurumsuzlaştırmanın yasasızlaştırma ile birleşik hali, seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlardır. Kayyum atanamayan yerde ise, belediye yönetimini zayıflatmak, ondan mal varlığı kaçırmak, yetkilerini daraltmak ve imkânlarını kısıtlamak yöntemlerini bir “muktedir hakkı” olarak kullanmaktır. Kurumsuzlaştırma, her kuruma özgü kurum kültürünü, yılların biriktirdiği bilgi ve tecrübeyi sıfırlamaktadır. Atamalarda liyakat kriterinin bütünüyle yürürlükten kalkıp, itaat kriterinin onun yerini alması, kurumsuzlaştırmanın olmazsa olmaz gereğidir.
Üçüncü uygulama, kuralsızlaştırmadır. Erdoğanizm, hiçbir kuralın sürekliliğinin olmadığı, her kuralın yönetimin başı tarafından değiştirilebileceği bir yönetim tarzını ifade ediyor. “Hızlı karar alma” gerekçesinin arkasında yatan esas olarak bu kuralsızlık haline olan ihtiyaçtır. Kuralsızlık, yolsuzluğun sınırlarında dolaşan ve esas olarak etik nedenlerle gayri meşru olan kayırmacı işlemlerin daha rahat uygulanmasını da sağlar.
Yasasızlık, kurumsuzluk ve kuralsızlık, Erdoğanizm’in iktidarını sürdürmek için uygun gördüğü günü birlik ve her an değişebilir kararları almasını ve bunları istediği gibi uygulaması ve uygulatmasını mümkün kılıyor. Bir bakıma ülkenin modern zaman öncesindeki çiftlik ağalığı gibi yönetilmesini sağlıyor. Herhalde Tayyip Erdoğan’ın 2010’ların başından itibaren ısrarla dile getirdiği, “ülkeyi şirket gibi yönetmek” arzusu da bunu ifade ediyordu. Bu bütün paydaşların söz sahibi olduğu modern anonim şirket değil, modern öncesi zamanların pederşahi aile şirketi yönetimidir. Günümüz evrensel değer ve kurallarının yolsuzluk, irtikap ve kayırmacılık olarak tanımladığı fiilleri, bir “sahiplik hakkı”nın doğal unsurlarıymış olarak gören, kamu alanı ile özel alan arasındaki sınırı belirsizleştiren neopatrimonyal olarak tanımlanan bir rejime tekabül eder.
Yasasızlık, kurumsuzluk ve kuralsızlık Erdoğanizm’in öngörülemez, olumlu veya olumsuz en beklenmedik işlemi yapabilir bir yönetim olarak var olması demektir. Bunu, muktedirin ve çevresinin çoğu zaman kasıtlı bazen de cehalet nedeniyle dile getirdiği yanlış veri ve bilgiler, hurafeler tamamlar. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın “sulama alanını 109.000 hektardan 453.000 dekara çıkardık” açıklaması kasıtlı bir yanlış bilgi midir, dekar ve hektarı büyüklük olarak bilmemek midir, halkın bilmediğini mi varsaymaktır, ya da prompterdeki metni yazanların cehaleti veya kastı mıdır? Bunların hepsi mümkündür. İngiltere’de Covid-19 aşısının paralı olduğu yanlış bilgisini dile getirmek de öyledir. Merkez Bankası rezervlerinin gerçek boyutundan, Kanal İstanbul’un tahmin edilen gerçek maliyetine kadar, Cumhurbaşkanı’nın ve onun propagandadan sorumlu şubesinin dile getirdiği bilgiler, günümüz otoriter liderlerinin pek sevdikleri “alternatif gerçek” sınırlarını da kat be kat aşıyor. Bu tekrarlanan yanlış bilgilerin sistemli bir yalan ve yanlış bilgilendirme politikasının sonucu olduğunu düşünmek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır.
Öngörülemezlik ve kuralsızlık, iç politikada olduğu gibi, dış politikada da Erdoğanizm’in önde gelen niteliklerinden biridir. Bu, iktisadi plândaki yıkıcı sonuçlarının yanında, kurduğu ittifakların da her an yıkılabilir olabileceği hesabının yapılmasına ve Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin uluslararası alanda “olağan şüpheli” olarak algılanmasına yol açıyor.
Erdoğanizm’in gerçekleştirdiği bu üç büyük yıkım, bir kırım boyutundadır. Yasa kırımı, kurum kırımı ve kural kırımı, Erdoğanizm’in seçmen desteğini önemli ölçüde kaybetmesine rağmen iktidarda kalma manevralarını hayata geçirme kapısını araladığı gibi, olası bir Erdoğan sonrası dönemde baş edilmesi, altından hızla kalkılması gerekecek olan en büyük sorun paketidir. Elbette, Tayyip Erdoğan sonrasında, bir ılımlılaştırılmış Erdoğanizm’in yürürlükte kalması tercih edilmeyecekse!