Kim Bulmuş ki...
Derviş Aydın Akkoç

Nedir bu bir türlü yatışmayan şan şöhret açlığı, mal mülk iltifatı, iktidar dilenciliği... Yetmezmiş gibi tüm bunlar için ortalığı velveleye vermeler, o bitmeyen hırgürler, tantanalar; neredeyse her yanda, her ilişkide... Bir tarafta sözümona kir pas içinde olanlar, diğer tarafta akça pakça olanlar; bir tarafta iyiler, masumlar, haklılar; öte yanda kötüler, fenalar, gaddarlar... Herkes bir yerlere çoktan yerleşmiş, yerleştirilmiş; demir atılmış bu topraklardan görülen dünyalarsa çer çöp kanaatlerle delik deşik... Yayından fırlamış arzu yolunu şaşırmaya görsün, dolanır oralarda buralarda başıboş, müşterek bir küstahlığı da kuşanarak: Güya varoluşun safhaları, yaşamın şekli şemali, eylemlerin güzergâhları, iyinin ve kötünün ne olduğu kişinin kendi tasarrufunda, kendi kontrolü altındadır. Bu kof tasarruf fikrinin merkezinde egemen olduğu iddia edilen bir akıl vardır tabii: Kılı kırk yaran bir hesap kitap zihniyetiyle, tercih kisvesine bürünmüş sersefil çıkarları allayıp pullayan bir akıldır bu. Oysa insan şimdiye kadar hiçbir şey seçmemiş olabilir, kendi hikâyesi, bulunduğu yer, bütün bir geçmişi de dahil: Daha doğumdan itibaren yalnızca başına gelen olaylara maruz kalıp tepkiler geliştirmiş, türlü etkilerle oradan oraya sürüklenmiş, kör talihin sularında çalkalanıp durmuştur belki! Gelgelelim yazgının, daha doğrusu zorunlulukların, bilinmez olanın tesiri altında kalma düşüncesi elbette rencide eder, akılla donatılmış, kendine hâkim modern özneyi: Zedelenmiş bir kibir çelimsiz bir hasetle birleşince ortaya zoraki inceliklerden mürekkep medeni bir garabet çıkar. Bu garabetin gurur kumaşından dokunmuş kıyafetleri üzerinden az biraz dökülsün hele: tüm o debdebenin, sinsice böbürlenmelerin, ya da akıllı uslu, kimlikli ve haklarla bezeli varoluşun en derin içgüdülerine kadar denetim dışı olduğu, dahası bastırılmış ama sırasını bekleyen bir vahşetle taçlandığı açığa çıkar. Budist rahiplerden bile kasaplar çıkaran bir dünya neticede... Hal böyleyken bu dokunaklı garabetin ağzında uzun ve bıktırıcı bir şarkı: yaşamın efendisi, seçimlerin faili, erdemlerin taşıyıcısı, karar almanın öznesi olan insan...

***

Seçmek, önünde sonunda bir karar vermek; karar vermekse aksiyon için gereken ilk adımı atmak, bu adımı mümkün kılacak cesareti göstermekle bağlantılıdır. Seçme edimine damgasını vuran faktörse sanılanın aksine arzu değil, korkudur: karardan önceki tereddütler, ürpertili bekleyişler, ya da “akıl defterini” karıştırıp kurcalayıp da aynı yerlerde çakılıp kalmalar, çoğun korkudandır... Dostoyevski’nin Raskolnikov’u mesela, başlangıçta nasıl da kendinden emindir, “özgür irade” düşüncesine inanıp da eyleme kalkışmak isterken; fakat daha derme çatma odasından çıkıp da borca battığı ev sahibesine yakalanmamak için merdivenlerde ecel terleri döker, basamaklardan bir gölge gibi sıvışırken iradesi parça parça sökülür:

Böyle bir işe kalkışmak isterken, ufak tefek şeylerden korkuyorum ben de!” diye düşündü, yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle. “Hımm… evet… her şey insanın elinde, ama o sırf korkaklığından neleri kaçırıyor… Bu artık gün gibi aşikâr… Merak ediyorum da, insanlar en çok neden korkarlar? Yeni bir adım atmaktan, kendilerine ait yeni bir söz söylemekten korkarlar en çok. Ben de amma çok gevezelik ediyorum. Gevezelik ettiğim için de bir şey yapmıyorum. Belki de şöyledir: Hiçbir şey yapmadığım için gevezelik ediyorumdur. Gevezelik bana şu bir aydır tüm gün bir köşede sırt üstü yatıp… dedem tekirden kalma şeyleri düşünürken geldi. Ama şimdi ne diye gidiyorum? Bunu yapacak gücüm var mı benim? Ciddi bir şey mi bu sahi? Hiç de ciddi değil. Boş hayallerle kendimi avutuyorum; oyuncaklarla! Evet, belki de oyuncaklarla!”1

Dostoyevski’nin keskin bakışına şeytani bir ironi eşlik eder: Raskolnikov toplumsal yaşamın maddi ilişkilerince çevrelenmiştir, dünya tasavvuru da bu kuşatılmışlığın içinden kurulur zaten. Kendine has olduğunu düşündüğü fikirleri vardır, bu fikirlerin sağlamasını yapmak, kendi varlığını kendi gözünde kanıtlamak için eyleme geçmek zorundadır. Ne var ki, fikirleri mütemadiyen maddi dünyanın sınırlarına, toplumun yasalarına çarpar; sınır aşmak, yasayı ihlal etmek arzusu belirdiğindeyse bu arzuyu ete kemiğe büründürmek için elinde yalnızca yamalı bohça misali spekülasyonları, paradoksal düşünceleri vardır. Karar ânı yaklaştığında, seçim kendini dayattığında, özgür irade yol almak istediğinde artık fikirlerin de bir önemi kalmaz. Dostoyevski galiba saklı bir zevk de duyarak, garip bir mizah anlayışıyla karakterine yüklenmekten geri durmaz. Aksiyona temel teşkil edecek, eylemin sonuçlarına katlanmaya dayanak olacak, ilk adıma meşruiyet kazandıracak düşünceler özelde Raskolnikov genelde modern öznede “hmm... evet...” gibi kısacık ve gevşekçe bir aralıkta vuku buluyordur ancak; ve bu gevşek tefekkürden edinilen bir yarım-hakikat: “her şey insanın elinde.” Dostoyevski, bu düşünceye sahip bir öznenin burnundan fitil fitil getirecektir tabii: Sahiden her şey insanın kendi elinde midir, irade büsbütün özgür müdür? Şayet öyleyse daha ilk adımı atamadan, yeni bir sözü söyleyemeden gelen tüm o tökezlemeler, sancılı çırpınmalar, utandıran yutkunmalar neden?

***

“Her şey insanın elindedir” düşüncesindeki hoyratlık, “bunu yapacak gücüm var mı?” sorusuyla hükmünü yitirir tabii. Öte yandan, “bunu yapmaya hakkım var mı?” sorusunun değil, “gücüm var mı?” sorusunun sorulması da tesadüf değil: zira gerek aksiyon öncesindeki gerekse sonrasındaki ruhsal gerilim pozitif yahut tabii hukukun “hak” söylemleri etrafında değil, hukuki yüklerinden boşalmış, ahlaki sorunsallaştırmalarını geride bırakmış bir güç ve güçsüzlük diyalektiği etrafında döner. Güç meselesi, hakkı, hak söylemi dolayımıyla da ahlaki kıstasları sonradan dahil edecektir denkleme. Gücün yokluğu hak tartışmasını olduğu kadar ahlaki ve politik-estetik tartışmaları da anlamsız hale getirir. Mevzu eyleme hakkının olup olmaması değil, buna muktedir olup olmamadır. Öte yandan, problem özgür irade, ilk adım, yeni bir söz meselesi de değildir aslında; zira ne adım ilktir ne de söz yenidir; sonsuzca çoğaltılabilecek bu söylemsel kabukların ardında belirleyici tek bir unsur vardır: güç mefhumu. Tercih oyunlarına, dil hokkabazlıklarına, aksiyon fetişizmlerine, suç ve vicdan evliliğine mührünü basan güçten başkası değildir. Korku ve cesaret mekaniğini tetikleyen de odur: muhatabını bir mıknatıs gibi kendine çekerken aynı şiddetle kendinden uzaklaştıran güç; Raskolnikov’u serseme çevirir, kişiliğini parça parça yok eder; Napolyon yahut Muhammed olma düşleri şangur şungur çöker, ve nihayet itiraf eder: “iktidar eğilip onu çamurdan alma cesaretini gösterenindir.” Çamur ve kir vurgusu, kötülük bahsi ya da tersinden temizlik ve saflık esprisi pek önemli değildir esasında, zira bunlar aksiyonun başarısına göre ya kişiye musallat olacak yükler, damgalardır ya da onu ihya edecek, heykelini diktirecek mükafatlardır. Ruhsal açıdan olduğu kadar aksiyon açısından da –ister fiyaskoyla neticelensin ister başarıya ulaşsın- çok daha sıkıntılı olan mesele toz toprak içindeki güç için eğilmek, alçalmaktır. Nitekim Raskolnikov ne icra ettiği gaddarca cinayet için ne de ihlal ettiği ahlaki ve hukuki yasalar için nedamet getirir; bağışlanmaz korkunç suçu, kefareti olmayan günahı onu eğilmeye, alçalmaya doğru yavaş yavaş iten, iğva eden, gözlerini kamaştıran “istemek” fiilidir. Büyük suçu gücü istemekle, bu istencin dış dünyadaki tezahürlerini görmeyi arzulamakla işlemiştir; gerisi dilin karanlık koridorları, aklın hileleri, vicdanın tiyatrosudur. Güç istenci öznesini dışarıya kışkırttığında zorbalık kaçınılmazdır, ille de toplumsal bir kesim adına dönüşüm gerçekleştirmek için ya da tarihsel bir dönemi kapatmak için olması gerekmez bu zorbalığın; alelade ilişkilerde, yaşamın türlü çeşitli yerlerinde değişim adına, iyi adına, hakikat ve düşünce adına işlenen irili ufaklı zorbalıklar...          

***

Melih Cevdet Anday, Mikadonun Çöpleri’nde kendini çoktan taşa çevirmiş olmasına rağmen hâlâ yaşayan, kendinden ve herkesten nefret eden erkek karakterine “kendimizi var edemediğimiz için yok ediyoruz” dedirtir. Çökmekte, yıkılmakta olan bir öznenin kendi kepazeliklerini ve alçaklıklarını asla temize çekmeyen, geçmişi masum çıkarmayan, daha ziyade kısmen de olsa anlaşılır kılan, son anda gelen içli bir kavrayış, açılıp yayılan melankolik bir sezgidir bu. Toplumsal değerlerin, maddi ilişkilerin egemen olduğu bir dünyada öznenin var olması, kendini duyup kendi sesiyle konuşması neredeyse imkânsızdır. Nitekim tüm yaşamını başkalarının gerçekliklerine göre yaşadığını dillendiren kadın karakter de kendi yok oluşunun itirafını yapar oyunun kapanışında:

“Ben hiçbir şey seçmedim bugüne kadar, kendimden hiçbir şey yapmadım, kendim olmadım hiç. (Düş görüyor gibidir.) Ya sokak başında buldum kendimi, ya tanımadığım bir evde. Ama hep mutluydum, ne olduğunu bilmeden mutluydum, mutluluktu benim görevim. Beni ya zorla uzaklaştırdılar içlerinden, ya da nedenini söylemeden çağırdılar yanlarına. Değişmedim hiç, okşandığım zaman da, itildiğim zaman da hep aynı kaldım. Kör şeytanın işiydi beni sevindirmek, ağlatmak. Var olmam başkalarının istemine bağlı kaldı hep. Ama bir defa, yalnız bir defa kendim olmak istedim. Dün akşam istedim bunu. Babam ne derdi biliyor musun?”2

Herhangi bir şey seçmemiş, kendini yapamamış bir öznenin varoluşunun başkalarının istemine tabi olması: ruhsal kölelik, bedensel sefalet, ve fakat öznenin tek bir kez de olsa kendisi olmak istemesi, sokakta gecelediği, evi terk ettiği, tanımadığı bir adamın odasında kaldığı dün akşam, ama bu anlık firar, sarsak teşebbüs bile “babam ne derdi biliyor musun?” sorusunun ağırlığı altındadır, ne çare...


1 Dostoyevski, Suç ve Ceza, Çev: Hilal Eren, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020, s. 44.

2 Melih Cevdet Anday, Mikadonun Çöpleri, Toplu Oyunlar I, İstanbul: Everest Yayınları, 2021, s. 260.