Marx’ın işçi sınıfını insanlığın geleceğini kuracak sınıf olarak gördüğünden bir şüphe yok. Sınıfın üyeleriyle kişisel ilişkileri pek yoktu. Weitling gibi sendikacı işçilerle de anlaşamamıştı.
Ama sınıfın tarihi rolü konusunda fazla şüphesi yoktu. Bu konuda son yazdığımda gene söylediğim gibi, öngörülerini bilimsel temeller üstüne oturtmak gerektiğini düşünüyor. Engels önerilmiş sosyalizm yöntemlerini bilimsel ve ütopik olarak ayırırken Marx’ın da onunla tamamen aynı fikirde olduğu kanısındayım. Sanırım temel sorun şuydu: “ütopik” olarak nitelenen sosyalistler, işçi sınıfının uğradığı sömürüyü bir “hukuksuzluk”, bir “adaletsizlik” olarak görüyor, bunun düzeltilmesini istiyorlardı. Marx’a göre bu “ahlakçı” bir yaklaşımdı. Ahlak ise zaten bir “üstyapı” kurumuydu. Sorun, bu adaletsizliği giderecek (“acıma” duygusu gibi şeylerle karışık) bir yasama önermek değil, sınıfın kurtuluşunun tarihi süreç içinde etkin dinamiklerinin bilimsel analizini yapmaktı. Var mıydı böyle dinamikler? Marx’a göre vardı. Kapitalizmin işlemesi artık değerle mümkündü. Artık değer ise, ilişki içinde yer alan iki sınıf arasında çözümü mümkün olmayan (görünmeyen) bir antagonizma yaratıyordu. Bu temel çelişkinin varlığı ve işleyişi örneğin ahlak gibi üstyapı kurumlarını da harekete geçirebilir, bunların da savaşın kazanılmasında önemli katkıları olabilirdi. Ancak işçi sınıfına bakışımız, “Vah zavallılar, sömürülüyorlar” tarzında bir bakış olmamalıydı. Sömürülüyorlardı, ama geleceği kurma potansiyeline sahip olanlar da onlardı. Sömürülmelerinin aracı olan artık değer mekanizmasının ortadan kaldırılması, özel mülkiyet üzerinde yükselen sistemin de ilga edilmesini içeriyordu. Bu insan ilişkileri, bunda temellenen sınıflaşma, üretici güçlerin özgür gelişmesini de tıkıyordu. Dolayısıyla işçi sınıfı bu engelleri kaldıracak, kaldırırken kendini de ilga edecekti.
İşçi sınıfının yanında durmalıydık. Sömürüldükleri, düşkün durumda oldukları için değil (Bu durumda biz de “alicenap” oluyoruz), tersine, güçlü oldukları ve geleceğin dinamiklerını taşıdıkları için.
Marx’ın ölümü 1883; kapitalizmin oldukça uzun tarihinin oldukça erken bir aşaması. Bu tarihin genel koşullarında işçi sınıfının üretici güçler üzerinde özel mülkiyeti kaldırarak üretimi kendisinin planlaması —şimdi olduğu gibi— düşünülemeyecek bir şey değildi. “Üretim” dediğimiz etkinlik içinde zıhni emeğin payı kol emeği karşısında bugün olduğu kadar üstün ve belirleyici bir yerde durmuyordu.
Sanayinin yaygınlaştığı tarihlerde işçi sınıfının çalışma koşulları —yani, işyerinde “toplu çalışma”, bunun getirdiği “kolektivizm”— sınıftan devrimci bir eylem beklemeyi tamamen ütopik bir umut olmaktan çıkarıyordu. Olmayacak bir şey değildi. Gene de Marx mümkün gördüğü bu olayı bir koşula bağlıyordu. Bu anlamda tarihin öznesi olabilmesi için işçi sınıfının felsefeyle buluşması koşuluydu bu. Yani sınıfın fiziksel gücü ve potansiyeli, kendi başlarına, böyle bir devrimi başarmak için yeterli değildi. İşçi sınıfının bilgisini zenginleştirmesi, düşünsel yaratıcılığını geliştirmesi gerekiyordu.
Böyle olmadı. Sermaye egemen konumunu korumayı başardı. “Ne oldu?” “Niçin öyle oldu?” sorularına burada girmeyeyim; ama önemli bir yöntem sorununa değinmem gerekiyor. Bu, Marx’ın Hegelci diyalektikle ilişkisi üstüne.
Marx herhangi bir fenomeni “bilim” çerçevesinde açıklamak gerektiği konusunda ısrarcı ve tabii haklıydı. Açıklamak üzere yola çıktığı olguyu bir ya da daha fazla “nesnel” dayanağa dayandırması da gene gerekliydi. Ancak Marx, Hegel’den alarak benimsediği diyalektikte “tez-antitez-sentez” sıralamasına alışmıştı ve bunu getiren “iç-oluşumu” konjonktürden daha önemli, daha belirleyici olarak görüyordu. Tarihin akışını “varolan bütün çelişkilerin üstbelirlenmesi” olarak görmüyordu. Oysa bu “emek-sermaye temel çelişkisinin gerilimini” gevşeten, erteleyen çok sayıda üstbelirlenme vardı.
Yirminci yüzyılın büyük kısmı “sosyalizm/kapitalizm” kavgasıyla geçerken sosyalizmin bilimselliği de öteki cepheden çeşitli saldırılara uğradı. Örneğin Marx’ın sosyalizmi gelişkin kapitalist ülkelerden yayılacak bir rejim olarak görmesi “bilimsel olmadığının” kanıtı olarak sunuldu. Sosyalizmin gerçek tarih içinde seyri de Marx’ın nasıl yanıldığının örneği olabilir. Konuya “bilimsellik” açısından baktığımızda, “bilim” denen şeyin “müneccimlik” demek olmadığını vurgulamak isterim. Bilimsel bir öneri, yapıldığı zaman insan bilgilerini veri olarak alan ve sentezleyen bir öneridir. O aşamada “insan bilgisi” çerçevesi dışında kalan şeyleri kapsaması mümkün değildir, beklenemez. Ben şimdi Marx’ın doğru çıkmayan önerilerini açıklamak üzere “üstbelirlenme” kavramını kullanıyorum. Bu, Marx’ın ölümünden aşağı yukarı yüz yıl sonra formüllenmiş bir kavram.
Bilim, ucu açık bir düşünsel disiplindir, onun için değişir, zenginleşir. Bunları yapmayan Allah kelamıdır.
Aynı nedenlerle, Marx’ın (ya da herhangi bir düşünürün) söylediklerini dünyayı “ezel-ebed” eksiksiz açıklayabilen dogmalar olarak kabul etmek de elbette yanlış. Hayat durmuyor, habire değişiyor. Bizim belirli bir konjonktürü göz önüne alarak kurduğumuz bir hareket modeli bir süre sonra koşullarla uyuşmaz hale gelebiliyor. Şimdi sosyalistler olarak böyle bir durumdayız; bunun bayağı büyük çapta ve çetin bir örneği ile karşı karşıyayız. Böyle bir şey yokmuş ve biz Marx’ın dediği gibi bir “proletarya devrimi”nin arifesindeymiş gibi davranırsak, düpedüz saçmalamış oluruz.
Ayrıca, sosyalizmin çağını doldurduğuna ve “vakti geçmiş ideolojiler müzesi”ne gönderilecek duruma geldiğine de inanmıyorum.