Risk toplumundan bahsedilmeye başlandığında, 1980’lerde, işin buralara varacağını kestirebilir miydik? Alışveriş torbalarını sabunlayacağımızı falan?
“Buralar”ın arızi olarak uğradığımız değil, epey kalacağımız bir yer olduğunu Ulrich Beck meşhur Risk Toplumu[1] kitabında tartışmıştı. Kafayı geleceğe taktığında, riskleri daha çok algılarsın diyordu özetle (tamam, çok kaba bir özet oldu!)- neden umut değil de risk? Çünkü Çernobil (ben sevdim bu özetleme işini).
İnsanlık daha çok öğrendikçe, teknoloji geliştikçe hayat kolaylaşıp güzelleşmeyecekti, aslında tersi doğruydu, kontrol edemediği güçleri harekete geçiren sihirbaz çırağı gibi, boyumuzdan büyük işlere kalkışmıştık. Çernobil tekil bir olay değildi yani, bizi bekleyen pek çok felaketin bir örneğiydi sadece.
Böylelikle “risk” kavramı bir hesaplama meselesinden ibaret olmaktan çıkıyor, çok daha karmaşık bir duygu/ilgi/değer konusu haline geliyordu. Bir anlamda her bir insanın gücü yettiğince yapacağı “hesaplar”, ama bir anlamda bütün bu hesapları da içeren bir iklim. Gerçek tehlikeler ve muhayyel olanlar, kışkırtılan ve bastırılan korkular, bir yönetim aleti olarak korku…[2]
Böyle bir iklimin içinde yaşarken topluma ne olduğu, bununla ne yaptığımız üzerine de epey yazılıp çizildi sonradan. Bunların önemli kısmı siyaset teorisi ve siyasal analiz alanındaydı. Popülist otoriter liderler, devletin bir güvenlik aygıtından ibaret hale gelmesi, kurumların dağılması, göçmen düşmanlığı ve komplo teorileri…[3]
“Bize ne oluyor” kısmını düşünmek için ama, her zamanki gibi, edebiyat elimizden tutuyor. En azından benim için öyle. Banu Özyürek’in Bir Günü Bitirme Sanatı’nı[4] epey zorlanarak bitirdiğimde, böyle hissettim. Zorlanmamın sebebi, fazla can yakıcı, fazla tanıdık, bir şekilde “fazla” olmasıydı anlattıklarının. Fazla gelmesi.
Daha ilk sayfada, kitaba adını veren öykünün ilk satırlarında, neyin içine düşmekte olduğunuzu anlıyorsunuz: “Bir saat oldu herhalde. Ayak parmaklarımı seyrederek bu kadar oyalanabildiğim için memnunum. Kısa, zararsız, geri dönüşü mümkün bir ölüm gibi. Yalnız yaşayan bir insan için bu tür ölümler çok değerlidir.”
Bu öykünün isimsiz kahramanı, başka bir isimsiz kahramanı, Yeraltından Notlar’ınkini hatırlatıyor bazı halleriyle, o “gösterişsiz, içi hınçla dolu” adamı. Adam yeraltına, aşağılara, diplere inmişti, bizimki evine çekilmiş. Adam bir türlü “ilk sebebe” ulaşamadığı için öfkesini kime yönelteceğini bilemiyordu, bizimki “iletişim kabiliyetini” yitirmiş. Adam “bir böcek olmayı arzulayıp buna bile layık olamıyor”du (nasıl bir büyüklenmecilik!), bizimki sözcüklerden ot tadı alıyor. “Konuşmak geviş getirmekten farklı değildi artık. Sözcüklerden ot tadı alıyordum. Kendini insan sanan ineklerdik biz ve bunu anlamış üç beş talihsiz inekten biri de bendim.” Birbirlerinden bu kadar ayrı coğrafyalarda, farklı zamanlarda yaratılmış iki kahramanı birbirlerine bağlamama sebep olan, içinde bulundukları (ve bizi de içine soktukları) o derin çıkışsızlık/kapatılmışlık duygusu sanırım. Bir de şu tabii: “Kötü bir huyum var; benim için iyi olmayacak şeyleri, söylediğimde beni aptal durumuna düşürecek şeyleri, inadına söyler, sanki kendimi bile isteye rezil ederim insanlara. Tüm bu acınası tiyatro devam ederken içimden biri bağırır; devam et, devam et!” (Yeraltının kahramanından çok Marmeladov bu, değil mi?!)
Kendini bile isteye rezil etmek. Bir türlü “şeylerin olağan akışı”na kapılamayıp hep kenara, hep dışarı düşmek. Seçilmemiş ama mahkûm olunmuş bir yalnızlık türü. İnsanın kendine verebileceği bir mahkûmiyet. O kararı tam ne zaman verdiğinizi bilemezsiniz, bir sürü küçük an, küçük karar vardır aslında; hep birlikte gülünen bir şakaya gülememişsinizdir mesela, bir türlü “ölçü”yü tutturamamışsınızdır, “laf döküp saçmayı” değil de gerçekten konuşmayı istemişsinizdir… “Çünkü ne başkalarının söyleyeceklerine ne kendi anlatacaklarıma inancım kalmıştı.”
Kelimelerle başı dertte, sadece kelimelerle değil, dünyayla başı dertte. Her an kalp krizi geçirebilir, ilkyardım bilmeyen birileri kalp masajı yapmaya çalışırken kaburgalarını kırabilir, suni teneffüs yaparken ölümcül hastalıklarını ona bulaştırabilir, tuvalette kapıyı kilitlerse oracıkta yığılıp kalabilir ve kimsenin ruhu duymaz, ambulansı çağırması gerekirse numarayı bulamayabilir… Dünya üstüne kapaklanabilir.
Bir de Semra var. Aptal Semra. Kendini nimetten sanan Semra. Buluşmaya geldiğinde telefonla konuşmaya devam eden, geciktiği için hiç mi hiç mahcup olmayan, hesabı ona ödeten Semra. Doğru zamanda gülüp doğru kıyafetleri giyen, “ben söylemiştim” diyen Semra. “Suratına şöyle okkalı bir tokat ne kadar yakışırdı Semra’nın.” “Karnına bir yumruk atmalıydım belki de…”
Bizimkinin (henüz) harekete geçmemiş de olsa, içinde büyüyen, büyüyen bir öfkesi var işte, Yeraltı adamının huysuzluğu ve acılığından farklı olarak. O öfke çıkacak bir delik bulabilecek mi, nefes alma kabiliyeti böylece geri gelecek mi, bilmiyoruz. Ama öfkenin izini diğer öykülerde, başka kahramanlarda sürüyoruz. 79. yalanını söyleyen M.’den gamsız Hafize Hanım’a, Tanrı’ya kadar uzanan bir öfke izi. İçerde patlayıp duran, patladıkça o “iç”i harap eden, kaynayan bir öfke. İnsanın “kağıt gibi olmasına”, katlanıp kıvrılmasına yol açan türden. Hayır, burada mesele Yeraltı adamı gibi bir türlü “ilk sebep”e ulaşamamak değil, intikamını kimden alacağını bilememesiydi onun öfkesini acılaştıran. “Bizimkiler” hasımlarını tanıyorlar, bu bakımdan bir karışıklık yok- bana öyle geliyor ki, kendileri ile hasımları arasındaki mesafeyi ölçememekle ilgili bir sıkıntı var. O kadar ki, insan bazen hasmıyla kendini karıştırır.
Başımıza gelenleri, bize ne olduğunu, bütün bunlarla ne yaptığımızı anlamaya çalışırken, korku ve riskler kadar mesafelere ve öfkeye (içe patlayan, nefes alma kabiliyetini yok eden türden öfkeye) de dikkat kesilmek gerek belli ki. Nefessizlikten ölmemek için.
[1] Ulrich Beck (2011). Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, çev. Kasım Özdoğan ve Bülent Doğan, İthaki, İstanbul.
[2] Korkunun kışkırtılması ve yatıştırılmasının beden politikaları ve reklamlar üzerinden okunduğu iyi bir çalışma, 2019’da İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Gökçe Zeybek Kabakçı’nın Maksimum Korunma isimli kitabı.
[3] Bunların çok iyi bir örneği bu yıl Türkçeye çevrildi: Wendy Brown (2021). Neoliberalizmin Harabelerinde, çev. Bülent Doğan, Metis, İstanbul.
[4] Banu Özyürek (2019). Bir Günü Bitirme Sanatı, Raskol’un Baltası, İstanbul.