Çözülürken ya da “Güneşte”
Derviş Aydın Akkoç

Melih Cevdet’in 1987’de yayımlanan “Güneşte” şiirinin açılış dizeleri: “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz / Güneşte çözülür ve kayarlar bir yana.” Kozmolojik bir çaresizlik, telafisiz bir kayıp duygusuna teyellenerek daha baştan duyurur kendini. Anday’ın başka şiirlerinde olduğu gibi bu şiirde de estetik duyuş kendi şiirsel sadakatini kaybetmeden resme yaklaşır, ama sözgelimi Salvador Dali’nin 1931 tarihli meşhur Hafızanın Azmi tablosundaki saatler değildir buradaki saatler. Orada saatler erimiş, genleşmiş, oldukları yerlerde donup kalmışlardır.

Estetik, dolayısıyla politik gerilim, zaman ve hafıza arasındadır: plastik gibi erimiş saatlerin üzerindeki sinekler ve karıncalar insanın zaman karşısındaki güçsüzlüğünü duyurur; ya da organik bir varlığın ağır ağır çürümesini, kurtlanmasını ima eder. Hafıza her ne kadar çabalasa da unutuş kaçınılmazdır; tüm bu dramatik sürecin failiyse güneş değildir. Aksine kıyılara akşam çöküyor, ışık ve gölge diyalektiğinde gölgeler giderek karaltılara dönüşüyordur: İspanya iç savaşına ramak kala, Dali özelinde faşist estetiğe eğilimli bir çizginin ön hazırlığı, ya da saf kötülüğün uzun gecesinin paranoyak provaları: kurumuş toprak, yapraksız çelimsiz bir ağaç, sararmış dağ parçaları, çürüyen zaman imgeleri ve saire... Melih Cevdet’te ise erime değil, çözülme, parçalanma, ayrışma söz konusudur, üstelik güneşin altında değil, güneşte vuku bulan bir çözülmedir bu. Herhangi bir şeyin başlangıcı olmadığı gibi sonu da değildir bu süreç. Nitekim patırtısız, kısmen hüzünlü, kabullenilmiş bir ton hâkimdir şiirdeki sese de... Çözülen şey sakin bir edayla, yaprakların üzerinden kayıp giden, sonsuzluğa, hiçliğe doğru akan bir su gibidir adeta: “kayarlar bir yana.”  

***

Ve bu kayıp gitmede akan ve duran bir zaman mekaniği: Tıkanıp açılmalarla, darlaşıp genişlemelerle, bu durumda akışın ritmiyle anlamlı bir zaman tasavvurunun görünür zaman imgesi olarak saat motifiyle ilişkisi netamelidir. Öte yandan, bir olumsuzluk olarak darlık: ama dar da olsalar saatlerin “her şeyi” almaması, bazı şeyleri aldığı anlamına mı gelir? Felaketten kurtarılacak hiçbir şey yok mudur? Hem güneşte çözülüp kayan nedir: saatler mi, yoksa saatlerin içine alamadığı, dile getirilemeyen o fazlalıklar mı? Belki de hem saatler hem de “kimi şeyler”le birlikte “her şey” eşzamanlı bir şekilde çözülüyor ve oraya buraya akıp gidiyordur: zaman ve hafıza, deneyim ve kalıntılar; güneş bir eşitleyici olarak bütün varlığı eritiyor, çözüp parçalıyordur, hatta bir soyutlama olarak zamanı bile... Ama sorular cevapsız, spekülasyonlar istikametsiz kalmaya; yorumlar kendi üzerine kapanmaya mahkûm gibi. Zira şiir bu hayli yoğun açılış dizelerinden çok önce yazılmaya başlamıştır: bir kırılma ânından ya da uzun bir suskunluk faslından sonra, gerilimli ve bir o kadar da müphem bir soruya, ya da kökeni belirsiz bir düşüncenin sonucuna bir mukabele gibidir şiiri başlatan “çünkü” bağlacı: “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz.” Hangi sorunun cevabı, hangi paradoksun izahı ya da ne türden bir düşünce silsilesinin, duyuş ve imge sağanağının devamıdır buradaki “çünkü”: bilmek imkânsızdır, sonra gelen dizeler, bu bilenemez olanın sancısını, çoktan gerçekleşmiş bir felaketin sarsıntılarını, yazılmış ama okunması mümkün olmayan bir şiirin ön-seslerini bastırıp unutturmasa bile yatıştırır:

“Mısırlar güçlükle büyürken yağmursuzluk

Kaygılandırır dilsiz bahçıvanı.

Sessiz kuşlar, bir keçi, ağır iğde ağaçları.

Bir araba geçti incelmiş yoldan

El salladı biri, belki tanıdık,

Belki değil, süreksizliğin eşanlamı.”

Akışın mutlak manada değilse de bir süreliğine durduğunun, kesildiğinin ispatı olarak “yağmursuzluk”: bu durumda yukarıda bulutsuz, kıpırtısız bomboş bir gökyüzü vardır... Bu boş gökyüzü imgesi Anday’da zaman kavramına da dolayımlanır: hiçliği, hafifliği olduğu kadar yoğunluğu, ağırlığı da yüklenerek. “Ölü Timur Gökyüzüne Bakıyor” şiirinde mesela; zaman “hem ileriye hem geriye” doğru akıyordur ve “nereye bağlasam atımı? Gök boş” dizesinin o ürperten, tekinsiz tınısı, hiçlik sisinde bir çan sesi gibi zamanın yüreğinde de çınlıyordur... Geçip giden “her an” bir önceki ânla özdeştir: zira gök boştur, ve “gecenin çivisi” bu boşluğu doldurmak, yaşanan, içinde olunan ama akıp gidecek olan ânı bir yere sabitlemek için yetersizdir... Akış ve hareketsizlik, akıl ve delilik, ileriye doğru yönelimle geriye doğru yönelimin birlikteliği, karşıtlıkların tarihsel mücadelesi... Ve boş ya da yağmursuz bir gökyüzü... Bu durgunlukta –çözülmenin motifi olarak- kurumaya, ölmeye, aşağıya doğru hareket eden “mısırların” aynı anda yukarıya doğru da “güçlükle büyümesi”: ölüm ve yaşam arasındaki ezeli çekişme, ya da ters istikametlere doğru çifte hareket...

***

Cam gibi sıcak bir gökyüzünün altında mısırlara şahitlik eden “dilsiz bahçıvan”sa kaygılıdır. Bahçıvan dilsizdir, ama şair değildir, o hâlâ ses çıkarabiliyordur. Kilitlenme, darlaşma kaygısından –susuzluktan– o da mustariptir. Şiir de tıpkı saatler gibi her şeyi almaz, alamaz, dışarıda bırakmak zorunda oldukları vardır. Dilsiz bahçıvanın kaygısından şair de payına düşeni alır: harflerle, seslerle, boşluklarla, konuşkan ya da sessiz kelimelerle buraya kadar yazılan şiir de kararsız mısırlar gibidir, aynı anda iki kuvvetin baskısı altındadır, çözülüp yok olma ile toparlanıp genişleme arasında güçlükle büyüyordur. Yağmursuzluk, boş gök gibi imgelerdeki ölüm içerikleri bir tür geçici felçlik olan şu donuk ama yine de dinamik dizede cisimleşir: “Sessiz kuşlar, bir keçi, ağır iğde ağaçları.” Kuşlar ötmüyor, keçi öylece duruyor gibidir, kıpırdama ihtimali ağırlaşmış da olsalar yalnızca iğde ağaçlarındadır, umut ağaçlardadır, nerden ve ne zaman geldiği bilinmeyen bir esinti belki, kim bilir; ve bu cılız ihtimal sayesinde geçici felçlik sona erer, kurtarıcı bir hareket belirir: “Bir araba geçti incelmiş yoldan / El salladı biri, belki tanıdık / Belki değil, süreksizliğin eşanlamı.” İncelmiş yoldan geçen bu arabayla, tanıdık ya da değil, içeriden sallanan elle şiirdeki tıkanma süreci yerini akışa bırakır; hareketsizlikte ısrar olarak süreksizlikse hükümsüzdür, zira şiir genişlemeye, yeni ve daha başka katmanlar edinmeye dikmiştir gözünü; şair kendi şiirinin çağrısına, taleplerine karşılık verir:

“Ve denizin yorgun çağındaydı çocuklar

Çığlıkları titretir balkondaki sarmaşığı,

Çünkü dardır saatler, sığmaz biraraya

Dalgınlık, deniz ve sardunya.

Rüzgâr alıp götürdü balıkçı teknelerini

Uzaktaki kılıçlara, ki bilemeyiz

Hangi derinlikte dölleyerek denizi

Gidiyorlar öyle ağır başlı, doğuya.”

Melih Cevdet’in bir istisna olarak yalnızca bu şiirinde deniz bu derece yorgun, kederli ve dargın bir çağdadır. Ne köpürür ne de dalgalanır, “Teknenin Ölümü” şiirindeki “yalnızlık” olan “tek yasası”nı da askıya almış gibidir: “Denizleyin inip çıkan önümde / Bir tanrının atardamarı.” İnip çıkma, aşağı yukarı ya da ileri geri: zamanın atardamarı yırtılmıştır. Yorgun deniz çığlıklar koparan çocuklarla kalabalık ve durgundur artık... Akış kesilmiştir. Kimdir bu çocuklar: boşa düşmüş bir arzunun, dağılmış bir inancın, çökmüş bir tasarımın adsız varlıkları, güneşte çözülüp giden... Denizin mecalsiz çağındaki çocuklar ve onların balkonlardaki sarmaşıkları bile titreten çığlıkları; ama bir mesafe vardır bu titreşimlerde, zira çığlıklar zamansal açıdan uzaklarda, gerilerde bir yerlerde atılmış ve sesleri ancak sonradan buraya, şiire, balkona kadar uzanmıştır: demek ne tarih, ne zaman, ne de şiir kaldırabiliyordur bu çığlıkları ve titreşimleri. İmkânsız bir yas, süreklileşmiş bir melankoli mi bu: Şiir bu gecikmiş tanıklığı daha fazla sürdüremiyor, ama unutuşu da gerçekleştiremiyordur aslında, tıpkı atılan çığlıklar gibi şiirin saati de güneşte çözülüp dağılmak üzeredir. Neyse ki, son anda gelen bir yeniden toparlanma hamlesi, rüzgârın alıp götürdüğü “balıkçı tekneleri” motifinde açığa çıkan: “uzaktaki kılıçlar” tam olarak bilinemese de yorgun denizi yeniden dölleyebilir. Anday’ın varoluşun merkezine konumlandırdığı “tohum” imgesi burada da yankılanır: toprak altında ya da denizin diplerinde, usulca çatlamaya eğilimli bir tohum saklıdır. Nitekim ölüme, aşağıya doğru yönelim şiirin sonuna gelindiğinde birdenbire -tohum ihtimaline de istinaden- yaşama doğru bükülür:  

“Ve ocaktan çorbanın kokusu geldi demin

Burun deliğine kedinin ve köpeğin.

Rafta kitaplar, mavi bir şişe ve gül

Donmuş kalmışlar tek başlarına.

Duvarda bir resim, resimde kalabalık

Köy alanı, çocuklar, çember ve zaman.

Bruegel nasıl da toplamış bunca

Ortaklığı ve uyumu bir araya,

Çünkü saatler dardır, sığdırılmaz.

Güneşte her şey çözülür gider bir yana.”  

Ocaktaki ateş: dumanı tüten, kokusu etrafa yayılan çorba, yine bir genişleme, yukarı doğru çabalama edimi, kedilerin ve köpeklerin burun deliklerinde büyüleyen bir koku... Bu hareketi hemen durduran dize: “Rafta kitaplar, mavi bir şişe ve gül.” Duvardaki resimse çözücü bir işlevle şiirsel hareketi yeniden devam ettirir: Hollandalı ressam Pieter Bruegel’in tablosundaki motifler: “köy alanı, çocuklar, çember ve zaman.” Şiir kendi hesaplı kitaplı dağınıklığını da bu eşikte bir ortaklıklar ve uyum düzlemine taşır. Çember ve zaman ilişkisi sonra: inişler ve çıkışlar, akışlar ve kesilmelerle ama daima ileriye doğru aktığı iddia edilen modern zaman algısının karşına eskilerin döngüsel zaman algısı çıkarılır ve nihayet bu sayede “çünkü” bağlacının fonksiyonu da az da olsa açıklık kazanır: zamanın döngüsel hareket ettiği bir tahayyül ve algı düzleminde, evet saatler dardır, sığdırılmaz, her şeyi almaz, kayıp giderler o yana bu yana...