Sosyalizm ve Monizm
Murat Belge

Sosyalizmin sorunlarını tartışmaya başladık, bir süredir. Şimdiye kadar olmuşların, bugün -varsa- olanların tartışmasından çok önümüzde olanların tartışılmasına önem veriyorum. Tabii bunları böyle mekanik bir şekilde ayırmanın imkânı yok. Gelecekte bir kılıkta karşımıza çıkacak bir sorunun kökleri geçmişte kimbilir nerelere uzuyor.

Sosyalizmin özellikle “Marksist” kolu Marx’ın kendisinden başlayarak, oldukça “kıskanç”tı. Ne demek istiyorum? Şunu: dünyada kötü giden şeylerin tamamını kapitalizme bağlıyor, dünyanın kendini kapitalizmden kurtarmasının yolunu da kendi görüşünün gerçekleştirilmesi olarak görüyordu. Yani, sorun belliydi, çözümü de ana çizgileriyle belli sayılırdı. Bu koşullarda başka sorunlar ve başka çözümler üretmenin (daha doğrusu “icat etme”nin âlemi yoktu). Bunu yapmak, iyi niyetle ya da kötü niyetle, mücadeleyi zayıflatmak demekti.

Bu anlattığım ruh hali, “monist” bir zihin yapısı oluşturmaya yatkındır. Marksizm’in “monist” olmadığı da herhalde söylenemez. Marx kendisi hayatının önemli bir kısmını polemiklerle geçirdi. Bakunin’le dövüştü, Proudhon’u küçümsedi, Weitling’le anlaşamadı v.b. Bu kavgalarında haksız olduğunu söyleyemem. Çağının en akıllı üç beş kişisinden biri olarak çok doğru analizler yaptı, parlak fikirler oluşturdu v.b. Ama bunlar, aynı zamanda “dediği dedik” bir düşünür olmasına engel değil.

Engels de ondan aşağı kalmadı. Daha önce söylemiştim: “bilimsel/ütopik” ayrımı bir dolu fikri hemen çöpe atmanın yolunu açıyor. Veya Dühring’in Marx’ın “diyalektik” tutkusunu eleştirmesi Engels’in yaptığı gibi karalanacak bir şey değil.

Bu monizm sonraki siyasi pratiğin her adımında belirleyici bir rol oynadı. Her durumda Marksistler ve yalnız Marksistler varolan durumun “bilimsel” analizini yapabildiler. “Halk Cephesi” politikası diyalektiğe göre doğruydu. Ama sosyal-demokratları faşist ilan etmek de somut durumun somut analizinin sonucuydu. Hitler’le ittifak imzalamak Stalin’in diyalektik dehasını gösteriyordu; üstünden birkaç ay geçmeden Nazi ordularının Sovyet sınırlarını aşması neyi gösteriyordu, bilemeyeceğim.

Bugünün dünyasında “çoğulculuk” diye bir kavram ve bunun olabildiği kadar bir pratiği var. Olumlu bağlamlarda telaffuz ettiğimiz bir kavram bu. Erişmek istenen bir hedef. Bu anlamsal çerçevede kavramı kullanan birçok Marksist de var. Genellikle otoriter-totaliter rejimleri eleştirmek için başvuruyorlar kavrama. Ama belli ki çoğulculuk iyi bir şey.

Türkiye’de sosyalist hareketlerin bütün çokluklarına rağmen aralarında bir de “çoğulcular” olduğunu hiç duymadık. Böyle bir şey olmadığı gibi, “feminizm” filan da gerekli mücadeleyi saptıran yanlış ideolojilerdi. Seksenlerin dünyasında “ırkçılığa karşı” ya da “nükleer silahlanma”ya karşı hareketler de olmaması gereken işlerdi. Çevreci hareket tamamen gereksizdi. Bu sorunlar var olmasına vardı, ama belirleyici değildi. Belirleyici mücadele sosyalist mücadeleydi. Sosyalist iktidarı kurup kapitalizmin iflahını kestiğimiz anda bu sorunlar hepsi çözülecekti. Ama bu koşullarda “feminizm” filan demek hedef şaşırtmaktı. Yanlıştı. Yanıltıcıydı.

Böyle miydi, değil miydi, bu konuda bir fikir sahibi olmak büsbütün imkânsız bir şey değildi, çünkü gösterilen o amacı gerçekleştirmiş toplumlar vardı dünyada. Sovyetler Birliği, Çin feministlerin “olmalı” dediği şeylerin olduğu yerler miydi? Demokrasinin sapasağlam biçimde kökleştiği ülkeler miydi? Durumun pek böyle olmadığı çıplak gözle görülüyordu. Peki, niçin? Sözkonusu kurulmuş rejimlerde ne olursa olsun, ona bağlı kalmanın gerekli olduğuna inanan ve bunun pratiğini yapan gruplar vardı. Onlara bu düzeyde bir diyeceğim yok. Ama öyle olmayan gruplar da anlatmaya çalıştığım türden bir araştırmaya girme gereği duymadı. Böyle olunca da, sosyalizm Sovyetler Birliği’nde sona erdirilip Çin’de devlet kapitalizmine dönüşünce söyleyecek söz kalmadı. Elimiz şakağımızda baktık.

Bunlar hepsi gene geçmişte olanlarla ilgili. Bu yazıda, sözgelişi, “çoğulculuk”tan söz ettim. Bundan gerçekten ne anlıyoruz? Hani “Orban’ın yaptıkları çoğulculuğa aykırıdır” tarzında konuşmak değil kastettiğim. Tayyip Erdoğan’ı da elbette eleştiririz aynı nedenlerle. Ama asıl sorun “bizim” ne yapacağımız. “Sosyalist çoğulculuk” dediğimiz şeyin örneği, modeli var mı? Böyle bir şey mümkün mü? Ne yapılırsa mümkün olur?

Bunu çalışan var mı?