Sinemanın Bilinçdışı
Erdoğan Özmen

Demek sinema asıl olarak, seyircinin olduğu kadar yönetmenin de bilinçdışı ile ilgilidir. Yönetmenin bilinçdışına ilişkindir sinema. Bu anlamda, sinemanın olanakları kullanılarak anlatılan hikayeye ya da belli bir sahneye dair yönetmenin bize sonradan anlatacaklarını tam da derindeki/arka plandaki bilinçdışı içeriği tevil etmeye ya da ondan kaçınmaya yönelik bir ‘taktik’, bir tür ‘ikincil revizyon’ olarak görebiliriz demek ki. Demek filmin kendi rotasına, emrettiği ve dayattığı o hatta yönetmenin de tabi olması demektir bu.

Sıradan/gündelik bir deneyimde, hiç dikkatimizi çekmeyen çatlaklara, kırılmalara tökezlemelere dikkat çekerek orada, örneğin ölüm dürtüsünün ya da bilinçdışı/bastırılmış arzunun zonklamalarını, nabız atışını göstermek ve asıl bunu ortaya koyma biçimidir filmi film yapan. 

Ölüm dürtüsünü sergilemek ve ifşa etmekten ziyade bunu yapma biçimi bizimle aradaki o kısa devreyi yaratan. Bu yüzden gömülürüz filmin içine, kendimizi kaybederek bir filme dalmamız bu yüzdendir. Yeri gelmişken, zıt bir örnek olarak son dönemde yaygınlaşan bir tv dizi türüne, ruhsal acının muhtelif tezahürlerini ele alan, herşeyi göstermek, ortaya sermek ve geride gösterilmemiş hiçbir şey kalmasın isteyen bir türe de değinmiş olalım. Acı pornografisi sıfatını hak eden o türde bile, bu aşırı teşhircilik, her tür sınırın reddi ve kaybı durumunda yazarın/senaristin/yönetmenin bilinçdışı bazı motivasyonları çoktan iş başında değil midir?    

Egonun içeriklerini edinmesi, kendine özgü ve eşsiz bir yapı olarak ortaya çıkması, böylece bir kimliğe kavuşmamız Ötekinin bize bahşettiği hikayelerle mümkün oluyorsa, demek insan varlığı denen şey asıl olarak bir hikayeyse, iç dünyamızın oluşması Ötekinin bize armağan ettiği hikayeler sayesindeyse, orada her kelime canlanıyor ve bir  ruhsallık/ruhanilik örtüsüyle sarınıyorsa, biz bir hikaye gerçekliği içinde varoluyor ve yaşıyorsak sinemanın anlattığı somut bir ayrılık, kayıp, yas, sevgi, şiddet ya da travma hikayesi de zaten bilinçdışımızla ilgili olduğu ve kısa devre yaptığı ölçüde etkili oluyor değil midir? Bizi dünyanın gürültüsünden,  kalabalıkların uğultusundan, gündelik gerçekliğin keşmekeşinden ve tekdüzeliğinden,  yorgunluklardan ve can sıkıntısından sakınan bütün hikayelerin sırrı buradadır: Bedenimizden kaynaklanan, bedenimizi kat eden gerilim ve acı bedenimizin sınırlarını aşarak öteki ile aramızda açılan alana yerleştiği, böylece ruhsal bir meseleye, demek bir hikayeye dönüştüğü içindir bu. Bir hikayeye dönüşerek anlam kazandığı, demek bu rotasyonu yaparak ve aldığı yeni biçimle iyice yakınımıza geldiği, hayatın başlangıcında yer alan şey bu olduğu içindir.

                                                             ***

Dardenne Kardeşler’in “Lorna’nın Sessizliği” filmindeki onca dağınıklık ve özensizlik, anlatılan hikayenin sağa sola savrulması ve bir tutarlılıktan yoksun olması, filmin apaçık parçalı yapısı, tam da anlatılan parçalanmış, un ufak olmuş hayatları görünür kılma çabasından başka nedir ki örneğin? Bastırılarak görünmez hale getirilmiş, toplumun dışına atılmış, üstü çizilmiş hayatları temsil edebilmek için kendi bütünlüğü ve tutarlılığını riske eden, kendini parçalı bir yapı olarak konumlamakta tereddüt etmeyen, bunu göze alan bir sinema bu. İlk bakışta bir başarısızlık gibi görünen bir şey filmin en büyük başarısı haline gelebiliyor demek ki.

Benzer bir parçalı ve dağınık yapı Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” filminde de -bu sefer bir başarısızlık örneği olarak- mevcuttu bence. Paternal işlevin çöküşü, babalığın ve baba otoritesinin kaybı, bunun sonucu olarak amaçsızca ortalıkta gezinen oğul gibi temalardan oluşan filmin hikayesi oğulun bakış açısından anlatıldığı ölçüde ortaya çıkan bir başarısızlık bu. Kendi ego-ideallerinden ve hayatını anlamlı kılacak referanslardan/çıpalardan mahrum halde sürüklenen oğulla yapılan özdeşimin yol açtığı bir başarısızlık. Belki de günümüzün başlıca meselelerinden olan bir türlü yetişkin olamama, daimi ergenlik hali, baba otoritesinin ve varlığının kaybı ve burada açılan boşluk, tam aksine daha bütünlüklü ve tutarlı bir sinema diliyle anlatılmalıydı. Demek kolayca fark edilebilecek bu husus, yönetmenin kendi bilinçdışı özdeşleşme meseleleri yüzünden ıskalanmış olmalı.