“Düz bir Uzunluk Uğruna Bütün Güzel Eğrileri”
Aksu Bora

Edebiyat biricik bir metinle kurduğumuz tamamen bize has ilişkinin o kadar da “özel” olmadığını söylerken (“mutlu aileler birbirlerine benzerler…”)  büyük veri algoritmasının eşi benzeri bulunmayan varlıklarmışız numarası yapmasındaki tuhaflık. “Değerli müşterimiz, daha önce yaptığınız gıda alışverişine bakarak size özel bir alışveriş deneyimi oluşturduk”… Nihayetinde marketten bir şeyler alıyorsun, undu, şekerdi, pirinçti. Ne kadar “sana özel” olabilir ki?  Hem niye olsun?

Bu meseleye çok takılıyorum. Hem kafam takılıyor hem acayip güceniyorum. Büyük veri sahiden hakkımızda bir şey bilebilirmiş gibi davranmamıza güceniyorum. Yok, marketin söylediğine inandığımızdan değil, onun gibi davranmaya çok kolay ikna olduğumuzdan bahsediyorum. Genellikler, ortalamalar, “herkes”ler… Sanki her birimiz birer algoritma programıymışız da artık büyüğüne küçüğüne bakmadan, elimizdeki veriyle bir şeyler çırpıştırıyormuşuz. “Adı Selin olanlar en az iki kuşaktır kentlidir” gibi, “y kuşağında bağlanma sorunu vardır” gibi, “feministler enteldir” gibi… Bildiğiniz önyargının “veri bazlı” hali- eh, artık elimizin altında epey geniş veri kaynağı da var, sosyal medya olsun, digital içerikler olsun…

Bilmez miyim, veri yeterince büyükse, hepimizin nasıl davranacağını, hangi şarkıyı indireceğimizi, ne tarz kıyafetleri beğeneceğimizi filan hep bizden önce anlıyor, tahmin ediyor algoritma. Bize özel bir alışveriş deneyimi oluşturması işten değil. Almışız işte onu bunu. Bunu alan onu da almış. On bin kişi yapmış bunu, sen mi yapmayacaksın (Cumhurbaşkanımızın dediği gibi, “sen kimsin?”) Yani, olmayacak şey de değil, nasıl derler, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz”! Hem önyargı gibi de görünmüyor, bir yıldır ne aldıysan hepsini kaydetmiş, sana özel alışveriş deneyimi sunuyor; ne önyargısı?

Birini, bir deneyimi, bir eşyayı “özel” kılanın tarih olduğunu fark etmişler. Daha önceki gıda alışverişimin tarihi!

Dekorasyon fikirleriyle dopdolu bir arkadaşım var, evime geldiğinde tatlı tatlı neyi atıp neyi nereye koymam, ne almam gerektiği hakkında bir şeyler söyler bıkmadan. Dediğini yapsam, evim şahane bir yer olur herhalde. Ama işte tarih var. Nero’nun aldığı büfenin alındığı zaman bile pek bir şeye benzemediğini ben de biliyorum. Koltuklar ta Nesli’yle evimizden kalma. Perdeleri hiç söylemeyeyim. Arada kendimce radikal hamleler yapıp bir şeyleri değiştiriyorum, atıyorum, yeniliyorum. Olduğu kadar. “Olduğu kadar”la ilgili bir “büyük veri” yok. Ellisini geçmiş küçük burjuva kadınlarıyla ilgili vardır muhakkak, bilmiyorum koltuklar konusunda nasıl bir sonuç çıkar o veriden. Belki bu kadınlar altmışlarına gelmeden büyük değişiklikler yapıyorlardır, yaşayıp göreceğiz!

Problem şu ki, tarih öyle bir şey değildir. Alışveriş geçmişi gibi bir şey. Seçim davranışı gibi bir şey. Ya da ne bileyim, şarkı beğenmek gibi bir şey. “Olduğu kadar” çok şey alır aslında, göründüğünden çok daha geniştir. Tarih asıl olarak bağlantılarla, ilişkilerle kurulur, dolayısıyla da birinin tarihi, sadece onun davranışlarına (hele seçimlerine!) bakarak anlaşılamaz. Adı üstünde işte, tarih. İstatistik yetmez, hikâye lazım. Hatırlamak o yüzden karmaşıktır, çok katmanlıdır, birbirinden farklı araçları, farklı yolları vardır. Eşyanın tarihi, bizim tarihimiz, arkadaşlıklarımızın, kavgalarımızın tarihi. Selinlerin iki kuşaktır kentli olduğu “verisi” Selin hakkında pek bir şey söylemez. Aslında iki kuşaktır kentli olmak hakkında da pek bir şey söylemez.

Bunun için o kadar da biricik olmadığımızı hatırlatan edebiyata kulak vermek iyidir. Bir okuma emeği vermeden, bir okuma tarihi yaşamadan gerçekleşmeyecek o biricik deneyime. Selinlerin nasıl Selin olduklarına, nasıl birbirlerine hiç benzemediklerine.

Mutlu ailelerin birbirlerine benzemediklerini fark etmek için oradaki mutsuzlukları görmek gerekiyordur belki de. Mesele mutsuzlukta değil, mutsuzluğu görmektedir.

Bir şeyi neyse o olarak görmek, biraz da olmuş olduğu gibi görmektir, değil mi? Onu o yapan yolu da kapsar. Hatta olabileceğine, hatta olmuş olabileceğine de açılır. Böylelikle nesneler derinlik kazanır, birbirlerine bağlanırlar. Onları birbirlerine güya bağlayan torbanın içine atıldıklarında değil, dört boyutlu haritalar (onlara hikâye de diyebiliriz) içinde tanıdığımızda nesneleri, dünya genişler, “içimiz” genişler. Roman kahramanlarının peşlerine takılıp gitmek nasıl mümkün olurdu yoksa, onları böyle bir hikâyenin içinde, oldukları gibi görmesek? Olasılıkların istatistikten çok başka anlamlarını sezmesek?

Feminist eleştirinin gözle, görmekle ilgili epey şüpheci bir tutumu var, haksız da sayılmaz. Ne de olsa bütün o optik metaforların teni, dokunmayı, bedeni unutturan bir yanı var- bunu amaçlayan bir yanı. Yine de, bir şeyi kendisi olarak görmenin kıymeti yabana atılacak gibi değil. Kalabalığa karıştırmadan, neyse o olarak. “1980’lerin mdf büfeleri” değil de Nero’nun aldığı büfe; hani üstünde bir yerde sigara yanığı izi duruyor, Ulus unutmuştu sigarasını orada.

İnsanların eşya kadar, bir büfe kadar hatırı yok mu peki? İki kuşaktır kentli Selinlerin, entel feministlerin? Google kadar imkânımız yok ama bizim de var işte bir takım veri çuvallarımız, atıveriyoruz içine, sen sağ ben selamet. Onu alan, bunu da alır. Onu like’layan şunu hiç kaçırmaz. Zaten ne olduğun twitterda kimleri takip ettiğinden belli! Ne insanların, ne eşyanın hatırı var anlaşılan. Bu beni sadece gücendirmiyor, korkutuyor da.

Bir şeyi neyse o olarak, sigara yanıklı tarihiyle görmek, bana öyle geliyor ki, şefkatle ilgili bir şey. Öyle görebildiğinizde şefkat duyuyorsunuz, şefkatle baktığınızda yarasını beresini ayırt ediyorsunuz. Bir anlamda, görmekle dokunmak birleşiyor. (bu cümleleri yazarken aklıma şefkatle hiç ilgisi olmayan bir iki müthiş yazar geldi- Doris Lessing gibi. Keskin bakış da dokunuyordur muhakkak, obsidyenin dokunduğu gibi. Düşünmeye değer.)

Şefkatin yumuş yumuş (hatta belki yapış yapış?) bir şey olduğu, diyelim öfkeyle hiç işinin olmadığı yolunda yaygın (ve yanlış) bir kanaat olduğunu biliyorum (benim de birtakım verilerim var ister istemez)[1]. Hak mücadelelerinin tarihine şöyle bir bakmak, bu kanaatin yanlışlığını gösterir- isyanların, itirazların, devrimlerin tarihine. Şefkatsiz olur muydu, sadece öfkeyle, isyanla? Dokunmadan, yoklamadan, yalnızca bakıp “anlayarak”. Büyük verinin bir parçasıymış da dokunmaya gerek yokmuş, saymak yetermiş gibi? (Kitle, yığın, kesim falan gibi kelimeleri hiç sevmem bu sebeple.)

Tam da şimdi, göçmenlerin evlerini yakmaya varan öfkeyi bu kadar yakından görüp duruyorken, öfkenin kendi başına kaldığında nasıl berbat bir şey olduğuna tanıklık ediyorken, hâlâ şefkatin yumuş yumuş bir şey olduğunu zannedebilir miyiz?

Tam da şimdi, her birimizin birer büyük veri kaynağı muamelesi gördüğümüz zamanda, şefkatsiz bir akla güvenmeye devam edebilir miyiz? Tüketici bile değil, büyük veriye işlenecek bir nokta. Metalardan bir meta. Akılcılıksa akılcılık, tercihse tercih. (ama obsidyen meselesini de unutmamalı!)

Şu çok eski, insanın içine işleyen şefkat videosunu bırakayım, Huysuz’un şefkatinin güzelliğiyle bitsin bu yazı. Olmuş olanı, olanı, olabileceği görmemizi sağlayan şefkatle. Burayı kat etmezsek, olana dokunmazsak, olmuş olabileceğin yasını, öfkesini nereye koyabiliriz ki?

https://youtu.be/ioR0uP623n0


[1] Bu konuda çok iyi bir derleme var, neredeyse yirmi yıl önce yayınlandı ama hiç eskimedi bana kalırsa. Lauren Berlant’ın 2004 yılında yayınlanan Compassion: The Culture and Politics of an Emotion kitabı.