Tarihte bir devrin başlayış ve bitiş dönemleri arasında simetrik bağlantılar olması ender görülür değildir. Çoktandır bitiş, tükeniş safhasını yaşamakta olan “AKP devri”nin başlangıç dönemiyle şimdilerdeki halini karşılaştırdığımızda bu simetri adeta net biçimde kendini gösteriyor.
Hatırlanacağı üzere, iktidarının ilk, başlangıç döneminde AKP, attığı her zar tam da istediği gibi gelen bir tavla oyuncusu gibiydi. %30 küsur oyla Meclis’in ⅔ çoğunluğuna sahip olması benzersiz bir şanstı. Yıpranmış CHP dışında bütün rakip partileri barajın altına iteleyen 1999’daki Körfez depreminin ve IMF’nin kapısına düşmekle sonuçlanan 2001’deki ağır ekonomik krizin sarsıntısı ile en ufak bir iyileşmeden minnet duyacak bir ülkenin yönetimini devralmışlardı. Ama asıl şans, hâlâ 11 Eylül şokunun etkisi altında olan ABD’den Rusya’ya Çin’den AB’ye kadar tüm “büyük güç”lerin dehşetengiz İslâmî fanatizmi dizginleyebilmek adına “ılımlı İslamcı AKP”ye verdiği yoğun destek ve yatırımdı. Başı çeken ABD, AKP’yi hem İslâm dünyasını dizayn etmek için tasarladığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eşbaşkanlığı ile taltif etti; hem de AB’ye üyeliği için yoğun çaba sarf etti. Gerçi AB kapıyı aralamak ile yetindi ama ABD ile birlikte AKP’yi Atatürkçülerden, Ordu’dan gelebilecek darbe tehdidine karşı savunacağını duyurtarak ona en fazla ihtiyaç duyduğu güvenceyi sağladı. Kredi musluklarının açılması da eşlik etti buna. Böylece ülke hızlı bir ekonomik canlanma sürecine girdi ve bu sayede AKP, iktidarını oylarını arttırarak sürdürme imkânını buldu.
Böylece AKP’nin ülkeyi gayet iyi yönettiği, Recep Tayyip Erdoğan’ın üstün vasıflara sahip bir lider, siyaset “usta”sı olduğuna dair propagandaya uygun bir zemin oluştu. Öyle ki aynı AKP çoğunluğunun ve aynı Erdoğan’ın, AB ve özellikle de ABD’nin desteğini pekiştirmek için ABD’nin Irak’ı işgal harekâtına katılmaya ne denli hevesli olduğu bile göz ardı edilebildi. Eğer “şans eseri” denilebilecek şekilde, Erdoğan’ın onca teşne olduğu o savaşa katılma tezkeresi Meclis’te reddedilmemiş olsaydı, daha ikinci yılında ABD’yi kendi ve dünya kamuoyunda rezil eden Irak seferinin Türkiye’ye ve AKP iktidarına yükleyeceği bedelin ağırlığı ve sonuçları da hesaba katılmadı.
Hâsılı, “AKP devri”nin başlangıç döneminde AKP ve Erdoğan için koşullar son derece elverişli idi, “su içse yarıyor”du. AKP ve Erdoğan’ın marifeti, bu durumu kendi vasıflarının yüksekliğinin sonucu gibi gösterebilme kurnazlığıdır.
Oysa şimdi devran dönmüş, AKP ve Erdoğan bitiş, tükeniş safhasına girmişken simetri bu kez tam tersinden kendini göstermekte. Devraldığı hemen tüm sorunları daha da ağırlaştırmasının yanı sıra, kullandığı kozları da neredeyse tüketmiş bir iktidar, lehine işleyecek herhangi bir faktörün olmadığı bir iç durum ile yine kendi “marifet”iyle oluşturduğu –hemen hiçbir destekleyeninin olmadığı– bir dış ilişkiler ağının ortasında kendi “beka kaygısı”na kilitlenmiş halde çırpınıyor. Son aylarda doğa bile aleyhine çalışıyor adeta. Başlangıç döneminde (2011 öncesi) koşul ve imkânların olağanüstü elverişliliği dikkate alınmaksızın AKP ve Erdoğan’ın liyakatinin göklere çıkarıldığı bir hava hâkim iken; şimdi olağanüstü doğal felaketlerde bile AKP ve Erdoğan’ın fahiş yönetim zafiyeti, öngörü, basiret ve yetenek yoksunluğu derhal göze çarpıyor. Çapsızlık ve kofluk öylesine ön planda oluyor ki “şansı yaver gitmiyor artık” mazeretine sığınmak bile imkânsızlaşıyor. Dolayısıyla muhalefetin nerede ve nasıl yanlışlar yapıldığını açıklama zahmetine girmesi bile gerekmiyor: Olanın olduğu gibi görülmesi dahi yetiyor artık. Bu yüzden Saray’ın propagandaya memur kulları orman yangınlarında yangını, sel felaketinde sel görüntülerini, Afgan iltica furyasında sınır geçişlerini göstermeyi yasaklamaya ve cezalandırmaya yeltenmekte bulabiliyor çareyi.
Bu Afgan iltica dalgasının sözünü ettiğimiz başlangıç ve bitiş dönemleri simetrisindeki yerine değinmezsek olmaz. Çünkü malum, “AKP devri”nin başlangıcında ABD ve AB’nin Afganistan’da yuvalanmış –El Kaide ve Taliban işbirliğindeki– İslâmî fanatizme karşı önlem ihtiyacı vardı. Erdoğan ve partisi bu önlem ihtiyacına cevap verecek sayıldıkları için yoğun biçimde desteklendiler ve böylece içeride ve dışarıda bu destekten fazlasıyla yararlandılar. Şimdi devir bitiyorken Taliban ve Afganistan yine gündemde ama roller de tersine dönmüş gibi. ABD ve AB Afganistan’ı Taliban’a teslim edip giderken önlem telaşına düşen bu kez Türkiye ve haliyle AKP-MHP iktidarı. Gerçi siyaseti kavrayış çapı ve derinliği ona ticaretle aynı şey gibi bakma sığlığında olan Erdoğan, bu Afgan mültecileri paraya tahvil edebilme yolları arıyor ve bunun için Taliban ile ilişki kurmaya da hazır ise de; bunu yapmaya kalkışması iç kamuoyu desteğini büyük ölçüde kaybetmesinden, çöküşünü hızlandırmaktan başka sonuç veremez. Çünkü CHP’lisinden MHP’lisine kadar milliyetçiliği ile övünen ülke çoğunluğunda gayet yaygın olan zenofobi, Suriyeli mülteciler üzerinden zaten linç girişimlerine varacak kadar tırmanmış iken, yüz binlerce Afgan’ın ülkeye gelişi bardağı taşırmak şöyle dursun çatlatabilir de. Dolayısıyla yirmi yıl önce AKP ve Erdoğan için bir avantaj işlevi görmüş olan Afganistan/Taliban, şimdi ciddi bir dezavantaja dönüşmüştür.
Resmî muhalefet (CHP-İYİ Parti bloku) bu fırsatı sonuna kadar kullanmaya niyetli gözüküyor. AKP-MHP’yi şimdiye kadar tepe tepe kullandıkları “yerli-milli” argümanı ile vurma imkânını yakaladığını düşünen resmî muhalefetin bu konuyu sürekli gündeme getireceği anlaşılıyor. Her şeyden önce bu yabancı düşmanlığı bahsinde başı çekmeye koşullu MHP’nin AKP’den uzaklaşmaya yönelme ihtimali var burada. CHP ve İYİ Parti bu ihtimal güçlendiği takdirde Türk milliyetçiliği/yabancı düşmanlığı paydasında kesiştikleri MHP’ye kucak açmaya hazırdır zaten.
Bu tutum elbette “halkımızın sıkıntılarına kulak vermek, duyarlılıklarına saygı göstermek” ambalajı ile meşrulaştırılacaktır. Bu yapılırken, “halkımız”ın tepki ve öfkesini Suriyeli veya Afganlara değil de onları yurtlarını terk etmeye mecbur edenlere, örneğin Suriye’de iç savaşı ABD ve Arap monarşileriyle birlikte körükleyenlere yöneltmek gibi çok daha doğru ve asaletli bir tavır alması düşünülemez bile. Çünkü ortak paydaları olan milliyetçilik, istisnasız dünyanın her yerinde enerjisini, seslenilen milletin kolayca ezeceğini, hatta yok edeceğini kestirdiği “içerideki” bir azınlığa yöneltilmiş garez ve öfkeden devşirir. O azınlığı dışarıdaki daha büyük, esas düşmanın uzantısı ya da işbirlikçisi diye yaftalayıp, onu ezmekle esas düşmanı yenmiş olma duygusunu tatmin etmeye çalışır. Azınlıklara, mültecilere dönük tepki ve öfkenin onların mal ve mülklerine “çökmeye” alenen hazırlanan veya onları köle gibi çalıştırmakta olan “yerli ve milli” sermaye ve güç sahiplerine yöneltilmesi de aykırıdır bu milliyetçiliklere. Çünkü milliyetçiliklerin kök suyu kendinden zayıf olandan beslenme üzerine kurulu doğa yasasından türer ve hayvani güdü kanallarından ulaşır zihinlere. O nedenle de milliyetçiliğe verilen her prim, sadece insana özgü (vicdan, merhamet, feragat, iyilik gibi) duygu ve duyarlılıkları kısmen veya tamamen terk etmek demektir. Bu bakımdan Konya’da bir Kürt ailenin önce bir linç girişimine maruz kalıp, sonra da topluca katledilmelerinde bir ırkçı nefret suçu görmemeyi tercih eden muhalefetin, özellikle de “aydınlanma”dan, “uygarlık değerleri”nden söz edenlerin, Suriyeli ve Afgan mültecilere duyulan tepkiye mazeret kılıfları dikerken nasıl bir yola sürüklendiklerine dair uyarılmaları gerekiyor.
AKP-MHP iktidarının –uygar– bir toplum olabilme vasfını büyük ölçüde tahrip ettiği Türkiye’nin bu uyarıya kesinkes ihtiyacı vardır. Artık bitiş, tükeniş çizgisinin eşiğine gelmiş bu iktidarın yerine yabancı düşmanlığı “koz”u ile oynamış birilerini seçmenin yeniden bir toplum olabilme şıkkından vazgeçmek demek olacağını mümkün en yüksek ve yaygın sesle dillendirmek insanlığını önemseyen herkes için asli bir görevdir bugün. Görev bizim, tercih ülke halkınındır.