ABD’de Utah eyaletinin on sekizinci valisi Spencer Cox’a (Cumhuriyetçi Parti’den) isimsiz bir mektup ulaşıyor. “Duyarlı bir yurttaş”tan gelen mektubun konusu, valinin soyadı. Mektup şöyle başlıyor: “Çok sevgili valimiz, bilmem farkında mısınız ama insanlar sizin soyadınızı telaffuz ettiğinde, bu 'sik' ('cock') kelimesi gibi tınlıyor.”[1]
Cumhuriyetçi Parti’nin, Utah’ın duyarlı insanlarının ve en önemlisi de kendisinin bunu daha fazla sindiremediğini söylüyor. Bu rezil, ağza alınmaz, geyiklere meze olabilecek soyadının değiştirilmesinin şart olduğunu, eğer bu ufak talepleri karşılanmazsa toplaşacaklarını ve gerekirse, demokrasilerinde var olan “geri çağırma”[2] seçeneğini kullanabileceklerini söylüyor. Burası Dingo’nun ahırı değil, komünist bir diktatörlük değil, şanlı Utah eyaleti, diyor. Gereğini yapın, sabrımızı sınamayın buyuruyor -ABD’de lafın dönüp dolaşıp komünizme gelmesi, Soğuk Savaş mirasının ötesinde anti-komünizmin neredeyse bir kamu felsefesi olmasıyla ilgili galiba.
İlk bakışta, gülünüp geçilebilecek bir olay. Fakat ilginç bir ifade var mektupta: “Bu bir sosyal adalet meselesidir.” Neden? Çünkü asgari bir anlayış talebi, toplumun normlarına ve değerlerine uygun bir beklenti hiç de yadırganabilecek bir şey değil. Sosyal adalet, işte burada, toplumun varsayıan ahlâki normlarına ve geleneklerine uygun olanın gerçekleşmesi anlamına geliyor… Fakat örneğin, sağlık sisteminin özel sektörün pençesinden kurtarılması talebi, henüz iş güç sahibi olmadan öğrencileri altından kalkamayacağı borçların altına sokan kredi sisteminin eleştirilmesi ABD’nin hatırı sayılır bir kesimi için sosyalizmi çağrıştıran, tadı(mızı) kaçıran, devleti büyüten komünist bir talep olurdu ve sosyal adaletle ilgisi olamazdı.
Adalet, şu sıra, hakikaten zamanın ruhuyla etkileşimi en kuvvetli “evrensel” bir yazım yüzeyi konumuna erişmiş görünüyor. Epey bir süredir dikkatimi çeken gazete haberlerini kesip saklıyorum. “Adalet” sözcüğünün aşağı yukarı son on senede haberlerin içeriğinde hiç olmadığı kadar yoğunlaştığını gözlemleyebiliyorum. Üçüncü sayfa haberlerinden tutun spor sayfasına, magazin eklerine kadar “adalet”le karşılaşıyorsunuz. Fotoğrafının altında uygunsuz bir yorum gören magazin ünlüleri adaletsiz ve hakkaniyetsiz yorumlardan şikâyetçi; spor yorumcuları teknik direktörlerin kadro seçimlerini adalet/hakkaniyet ölçütüne göre değerlendiriyor; göçmenlerin kendilerinden alışveriş etmediğini, birbirlerine çalıştıklarını öne süren küçük esnaf da adaletsizlikten/haksızlıktan yakınıyor; trafik kazasında yakınlarını kaybedenler mahkemelerde adalet arıyor; mahallesini kentsel rant nedeniyle terk etmek istemeyenler adalete sesleniyor veya kahrediyor.
Sosyal Demokrasi Vakfı'nın Friedrich Ebert Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği'nin katkısıyla yürüttüğü "Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven Araştırma Raporu" araştırmasında hayli ilginç bir sonuç var. "Adalet denince aklınıza ne geliyor?" sorusuna gelen ilk yanıt, %23 ile "Adaletin olmadığı/adaletsizlik" olmuş.[3] %17 ile eşitlik ikinci sırada. Adalet kendi gösterdiği ile tanımlanmaktansa, göstermediği (adaletsizlik durumu) ile tanımlanmış. Eşitlik, peşinden gelmiş. Eşitlikten ne anlaşıldığı sorulsa, belki ona da “eşitsizlik” yanıtı verilecekti. Çünkü “durum” somuttur, adaletsiz”lik”i nerede görsek tanırız: “Adalet muğlak olabilir, adaletsizlik gayet yalındır.”[4] Ama adil düzeni ara ki bulasın; en fazla, bugünün içinden konumlandırılan nostaljik öğelerden bahsedilebiliyor.
Evrensel bir yazım yüzeyi derken şunu da kastediyorum: Her kavram gibi adalet (ve adaletsizlik) de büyük oranda toplumların özgül popüler kanaatlerinden, hakim değerlerinden, geleneklerinden beslendiği ve şekillendiği gibi, evrensel düzlemde küresel eğilimlerin yarattığı sonuçlardan da besleniyor. Dünya kamuoyunca sağcı olarak kabul edilmiş pek çok lider de “adaletsizlik”ten yakınır ama önemli bir farkla: Örneğin göçmenler, ülkedeki yerleşik işçi sınıfının işlerini elinden alıyor. Adaletsizlik, budur. Donald Trump’ın Siyah Yaşamlar Değerlidir hareketini, çalışkan Amerikan yurttaşlarının her zamanki gibi işlerini yürütmesine ve beyazların alıştıkları hayat standartlarına bir tehdidin temsili olarak adaletsizlik ile malul görmesi, dolayısıyla bir asayiş sorunu olarak kavraması böyle bir sağ (sosyal) adalet kavrayışından besleniyordu: sağda normatif adalet, işlerin her zamanki gibi yürümesidir, düzendir, asayiştir, yönetebilmek için pürüzlerin giderilmesidir. Eşcinseller, “normal” insanların bir yerde rahatça oturma, “kendi gibi” insanlarla iletişim kurma, sokakta annesiyle/eşiyle/çocuğuyla ahlâkı bozulmadan gezme hakkına tehdit oluşturuyor. Adalet mi şimdi bu? Macaristan’da Orban liderliğindeki Fidesz Partisi’nin heteroseksüel içerikte olmayan reklamların eşcinselliği teşvik edeceği gerekçesiyle yasaklanmasını önerdiği yasal düzenleme bu tür “adaletsizliği” gidermeye dönük bir adımdı! Kadınlar, geleneksel rollerini kabul edip evde çocuk ve yaşlı bakımını üstleneceklerine, ev içi işlerle meşgul olacaklarına, çalışma hayatına katılmayı seçtikçe, daha önce iş bulmakta bu denli zorluk çekmeyen erkek işçiler işsiz kalıyor. İşler eskisi gibi değil -bu nasıl adalet? Sosyal adaletin bugün sağ ile eklemlenmesinin ve sağın adalet önerisinin eşitsizliğin yeniden üretilmesiyle malul olmasına dikkatinizi çekerim.
Öte taraftan, uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın “Açlık virüsü çoğalıyor” başlıklı raporuna göre dünyada her bir dakikada 11 kişi açlık nedeniyle ölüme mahkûm.[5] Her bir dakikada takriben kaç insan ölürse, adaletsizliği görüp tanıyacağız? Çorlu Tren Faciası’nda açık ihmallerden ötürü yakınlarını kaybedenler 2018’den beri mahkeme kapılarında süründürülüyor, sorumlu olanların hesap vermemesi için ne gerekirse yapılıyor. Adaletin terazisinin onlardan yana basması için üzerinden kaç sene geçmesi gerekiyor? Emeklilerin eskiden ayın sonunu getirememekle tanımladığı ev içi ekonomik denge, şimdi ayın ilk haftasına doğru daraldı. Marketlerden çıkan insanlar, şaşkınlıktan uzun uzun alışveriş fişlerini inceliyorlar. Ülke ekonomisinin dirilişe geçtiğinin iddia edildiği bir zamanda emeklilerin yaşamlarını kimseye muhtaç olmadan sürdürebilmesi için kaç sene çalışması gerekiyor; veya daha ne kadar dirilmesi gerekiyor ekonominin?
Kapitalist siyasi konfigürasyon aşağı yukarı kırk senedir bu tür soruların demode olduğunu toplumun ezici çoğunluğuna kabul ettirebildi. Fakirlikten dört aylık çocuğunu kapının önüne bırakıp polis geldiğinde tanımazlıktan gelen bir aile gerçeğini kabul etmek istemeyebiliriz.[6] Onun yerine kalpsiz, vicdansız, ahlâksız, namussuz, sefil insanlar olduğuna, yoksulluğun ise kişisel bir iş bilmezlikten kaynaklandığına inanmak da isteyebiliriz. Fakirlik mi… bu çağda! Görmesek inanmazdık değil mi, Taliban’ın zulmünden kaçmak için hareket eden uçağın orasına burasına asılan insanların uçak havalandıktan sonra yere düşüp ölebileceğine? Oldu ama işte, üstelik tüm dünya gördü.
Evet, adaletsizliği görsek tanırız ama bazen sol gözümüzü kapatır tanırız, bazen de sağ gözümüzü kapatır tanırız. Adaletsizlik, somutluğuyla orada bir yerde durur ama onun anlamlandırılması, içeriklendirilmesi ve demokratik bir talebe evrilmesi siyasete bağımlıdır. Talep siyasileşmiş bir arayıştır; dolayısıyla soldan bir eklemlemeye de, sağdan bir eklemlemeye de açıktır. İşsizlik, somut bir işsiz insanlar topluluğuna işaret eder. Bunu, piyasanın işleyişi içerisinde “normal” görenler olduğu gibi, bir toplumsal eşitsizlik sorunu olarak da görenler vardır: İşsizlik, göçmenlerin varlığıyla, liyakat sorunu ve kamu kurumlarının partizanlıkla doldurulmasıyla, başarısız ve beceriksiz kamu iktisat politikalarıyla da anlamlandırılıp siyasileştirilebilir.
“Şu rezil soyadını Utah halkının içine sinecek bir soyadıyla değiştir” isteği de, göçmenleri ülkemizde istemiyoruz talebi de, insanca yaşamak için insanca çalışma koşulları ve ücret talebi de, alenen suç işleyenlerin ceza çekmesini isteyenlerin talebi de adalet ile eklemlenebilir/dillendirilebilir ama bu talepler özsel olarak adaletin içine kazılı değildir. Bazı zamanlar olur, kavramlar o güne kadar ona atfedilen içeriklerinden soyulur; bir gruba, sınıfa, ideolojiye, tabakaya özgü olmaktan çıkıp hegemonik mücadelenin sahasını tayin eder (boşa çıkar da diyebiliriz) -ki bunun ancak herhangi bir kriz momentinde gerçekleştiğini not etmek gerekir. Bu koşul, hem bir kriz momentini işaret eder hem de anlam mücadelesinin kırılganlığını, dikiş tutmazlığını gösterir.
Sol siyasetin günümüzdeki hegemonik başarısı, yani dönüştürücü bir alternatif olarak kendini kabul ettirebilmesi toplumların muhayyilesine, sabitlenemese de (geçici) dikişler atabilmesine bağlıdır… taleplerin kimden geldiğine ve nasıl ifade edildiğine değil, taleplerin kendisine bakmakla, dinamiklerinin aranmasıyla mümkündür. Sol ile adaletin birlikte anılır olması önden garanti altına alınabilecek kelime oyunları mesaisinin konusu değil, radikal bir olumsallığın ve bir müdahalenin konusudur; gündelik siyasetin için(d)e kurulması, siyasal alanda kristalleşmesi gerekir.
“Her kim eşitlik diyorsa aynı zamanda adalet, her kim adalet diyorsa aynı zamanda eşitlik, dolayısıyla her kim sol diyorsa, adalet diyordur,” dedirtmek önemlidir.
[1] “Utah Gov. Spencer Cox gets anonymous letter asking him to change his ‘foul, dirty’ last name”, New York Post, 8 Ağustos 2021, https://nypost.com/2021/08/08/utah-gov-spencer-cox-gets-letter-asking-him-to-change-foul-dirty-last-name/?utm_source=pocket_mylist
[2] Recall ile ilgili bkz. https://politicaldictionary.com/words/recall-election/. Ayrıca bkz. Menderes Çınar, “Demokrasi”, Yüksel Taşkın (ed.), Siyaset: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, İletişim, İstanbul, 2014, s. 233.
[3] “Yargı Bağımsızlığı ve Yargıya Güven Araştırma Raporu”, 14 Haziran 2019, https://sodev.org.tr/yargi-bagimsizligi.pdf
[4] Tanıl Bora, “Adalet”, Birikim Haftalık, 21 Haziran 2017, https://birikimdergisi.com/haftalik/8377/adalet
[5] “Her bir dakikada 11 kişi açlıktan ölüyor”, BirGün, 10 Temmuz 2021.
[6] Ayça Söylemez, “‘Fakirlikten yaptık’”, BirGün, 17 Ağustos 2021, https://www.birgun.net/haber/fakirlikten-yaptik-355409