Sosyalizm ve...
Murat Belge

Sosyalizmin durumu konusunda bu dergide son yazdığım yazıya sosyalizmin çevrecilikle olması gerektiğini düşündüğüm ilişki üstüne yazmıştım. Dünya siyaset sözlüğüne çevrecilerin soktuğunu sandığım bir terim var: İngilizce’de “issue based” deniyor; “sorun temelinde” anlamına geliyor ama buna Türkçe bir karşılık bulunup bulunmadığını bilmiyorum—en azından ben duymadım.

Çevreci, malum, doğanın korunması davasını güder. “Doğa” uçsuz bucaksız bir şey. Bir adamla konuşuyorsunuz, doğanın kirletilmesinin çok kötü ve çok tehlikeli olduğunu söylüyor. Siz de aynı fikirdesiniz. Bu minval üzerinde gider ve birbirinizle anlaşırken adam bir başka konu açıyor ve bir de bakıyorsunuz ki hiç aynı fikirde değilsiniz. Siz solcusunuz, adam sağcı! Ya da tersi. Ne olacak şimdi? İki gün sonra yapılması doğaya zarar verecek bir şeyin yapılmasını protesto eden bir miting olacak.  Bu adamı çağırmayacak mısınız?  Başka bir sürü konuda anlaşamıyor olabilirsiniz ama burada anlaşıyorsunuz. O adam da iş buraya gelince olabileceği kadar heyecanlı ve “angaje”.

Bu meseleye ben “çevrecilik”ten girdim ve “sorun temelli”yi örneklendirmeye çalışıyorum ama aslında konu bunlarla sınırlı değil. Konu, geleceğe uzanıyor. Gelecekte her şey böyle olacak. Bizim şimdiye kadar alıştığımız hayat tarzında (öncelikle siyaset alanında) uyduğumuz model daha sıkı fıkı bir birliktelikti. Ecevit’i seviyorsan Kıbrıs (özellikle ikinci) Çıkarması’nı da destekleyeceksin, alkışlayacaksın. Binlerce örnek bulunabilir — örneğin Demirel’e oy veriyorsan Nazım Hikmet’in şiirlerini beğenmeyeceksin v.b. Şimdi böyle değil. Bu davranışlar dünyada değişiyor, bizde de ufak ufak değişmeye başladı.

Sosyalizm, ondokuzuncu yüzyılda, işçi sınıfının sömürülmesi sorunu temelinde algılandı, tartışıldı, biçimlendi. Çeşitli kolları oldu. Şu noktada, bu noktada ayrıştılar. Ayrışmakla kalmayıp ciddi kavgalara da giriştiler. Birbirlerini yok saymaya ya da düşman görmeye kadar gitti bu kavgalar. Ama bütün bunlar olurken kavga edenlerin hepsi “işçi sınıfı” adına konuşuyor, işçi sınıfının yararını, geleceğini tartışıyordu. İşçi sınıfına merkezi bir yer tanımayan bir ideoloji sosyalist bir ideoloji olamazdı.

Ben kendi hesabıma bu yaklaşımı sonuna kadar destekliyordum. Türkiye’de gecikerek başlayan sosyalizme başlıca eleştirim işçi sınıfından kopuk olmasıydı.

Türkiye’de ilişki zayıftı, dedik. Başka yerlerde nasıldı? Fransa’da, İtalya’da güçlüydü. Sosyalizmin zayıf olduğu Britanya’da çok sayıda işçi Labour Parti üyesi ya da destekçisi, seçmeniydi. İsveç’te Sosyal-Demokratlar’ı yıllarca iktidarda tutacak bir işçi desteği vardı. Gelgelelim, bu işçiler bir sosyalist’in bir numaralı görevi olan “devrim” yapmakta herhangi bir enerji göstermiyorlardı.

Bu durum bizlerin de devamlı kafa yorduğumuz bir sorundu. İnandığımız metinler işçi sınıfının “devrimci” olduğunu, çünkü devrimci olmak zorunda olduğunu söylüyordu. Fakat işçiler kendileri bu metinleri hiç okumamış ya da duymamış gibi yapıyorlardı.

Bunu açıklamak için emperyalizme başvurduk. Emperyalist toplumlar dünyayı sömürüyordu. Bu sömürünün sağladığı fazla gelirden, az da olsa, işçi sınıfına da bir pay düşüyordu. Onların da cebine giren parada bir artış vardı. Bu da onları edilginleştiriyordu.

O halde önce emperyalizmi yok etmek gerekiyordu. Bu, sosyalist olmayı ve sosyalist iktidar kurmayı başarmış ülkelerde (ağırlıkla SSCB ve Çin), başka çeşitli ve önemli sorunlarla birleşerek bir “strateji” ayrışmasına da yol açtı. Yetmişlerde bizi kontr-gerillaya götürdüklerinde ilk sorulan şey “Baş çelişki nerededir?” sorusuydu. “Emekle sermaye arasında” dersen Sovyetler’e daha yakın bir yerde duruyordun. Bu tutumla mücadele “legal parti” mücadelesine dönüşmüş gibiydi. Ya da “emperyalizmle azgelişmiş ülkeler arasında” diye cevap verebilirdin. Böyle dediğinde Çin tipi devrimciliğe daha yakın görünüyordun. Bunun arkası “halk savaşı” falan diye gelebilirdi.

Sosyalistlerinin bu kadar şematik olduğu bir toplumda istihbaratçı şematik olmayıp ne yapsın?

Fakat zaman geçtikçe, aklımızdan geçmeyen yeni sorunlar çıkmaya başladı. Tahmin edeceğiniz gibi robot sorunundan söz ediyorum. Henüz işin başlarındayız. Emeğin “mavi yakalı” dediğimiz türü herhalde daha çok zaman dünyada varolacak, belirli bir rol oynayacak. Ama bir yandan da başka bir gelişme yolunun kapısı açıldı. Açılan o aralıktan bir hayli çarpıcı görüntüler gördük, görüyoruz. Öte yandan, teknolojide eriştiğimiz noktada işlerin nasıl hızlı yürüdüğünü de görüyoruz. Hele ucunda finansal çıkar, daha çok para kazanma ihtimali varsa herkes “sprinter”. Bilgisayar canlı örnek. Şimdi en sıradan görünen, hayatımız boyunca kullandığımız ve yararlandığımız duygusunu veren “computer mucizeleri” kaç günlük gelişmeler?

Dolayısıyla robotlar üzerinden gelişmelerin de çığ gibi büyüyeceğini varsayabiliriz. Böyle olursa, kendi varlığını işçi sınıfının varlığının bir türevi gibi gören ve tanımlayan sosyalizm ne yapacak, ne olacak? Artık bir anlamı ve gereği kalmamış bir “eski zaman inancı” olarak tarihe mi geçecek? Böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Robot icat oldu diye bu dünyada “namertlik” bitmez. O devam ettikçe sosyalizme ihtiyaç da devam edecektir. Bugün onunla bağdaştırdığımız bir yığın şey var, teorik düzeyde, pratik düzeyde. Bunların birçoğu muhtemelen değişecek, değişmesi gerekecek. Belki “sosyalizm” adının bile değişmesi sözkonusu olur, çünkü o da özgül bir zamanın ve koşulların damgasını taşıyor.

Ama bu dünyada sorun, ayrıca da hegemonya mücadelesi bitmez. Bunlarla mücadele de bitmez.

Yukarıda söylediğim bir şey aklıma geliyor. Batı’nın işçi sınıfı emperyalizmden pay aldığı için devrimden uzaklaştı, demiştik, değil mi? Bunu tekrarlamayan neredeyse yoktu, ama bizler de “işçi sınıfının mücadelesini” desteklemeye devam ediyorduk. Sosyalizmin amacı işçi sınıfının cebine daha çok para girmesinden mi ibaretti? Emperyalizmden pay alarak mutlu olan bir sınıfla daha iyi bir dünya kurabileceğimize inanmakta bir tuhaflık yok mu?

Neyse, birkaç kere söylediğim gibi bu sorunlar üstüne yazmaya devam etmek istiyorum. İstemekle birlikte, söyleyecek fazla sözüm olmadığını da hissediyorum. Yazının başında “sorun temelli” kavramı üstüne lafı açmamın nedeni, sosyalizme ve sosyalistlere bundan böyle düşecek rolün biraz buna benzeyeceğini tahmin etmem. Dünyada sorun çok, gittikçe de çoğalıyor gibi. Daha doğrusu, bir soruna, çözüm bulma amacıyla yaklaşıp durumun ne olduğunu araştırmaya başladığınızda, ortada, bununla ilgilenmeye başladığınızda hiç farkında olmadığınız daha bir yığın sorun olduğunu görüyorsunuz. Bu anlamda sorunlar çoğalıyor. Sorunların kökeninin tek olmadığını da daha iyi anlamaya başladık. Yani, sözgelişi, “özel mülkiyeti kaldırdık” dediğimizde, bunu başardığımızda, geri kalan daha yığınla sorun olacak. Onun için bizler de “sorun temelli” davranmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.