Elif Erdoğan’ın Dokuzdan Küpe Çiçeği adlı kitabındaki “U Dönüşü” parçasında geçen sakin bir cümle: “bir hevesi olmalı insanın onu yürümeye itecek, benim yoktu.” Bu sade, biraz dargın, çokça mağlup sese gelene kadarki çatışmalar yatışmış, sancılı da olsa bir kabul süreci vuku bulmuş gibidir. Heves ve yürüme arasındaki o garip diyalektik, azalıp çoğalma ilişkisi: özne hevesin yittiği âna kadar kimi virajlar almış, kasisler atlamış, yokuşlar inip çıkmıştır ama bir noktada hareket durmuş; “bütün yolların sonuna” gelinmiştir. Bir cümleden diğerine, bir sözden ötekine, bir dönemeçten başkasına başlangıç ve son; biri diğerine bitişik, zamanın akışıyla yan yana dizilebilen çizgisel bir form yok ama Erdoğan’ın estetik duyuşunda: Bir kesinti, içe göçme, derin bir yarık var parçalar arasında; u dönüşü motifinin de duyurduğu türden bir yarılma bu. Yolların sonunda, cümlelerin kapanışı ya da çizgilerin bittiği yerde, yüzünü yaşama dönemeyen bir mutlak hiçlik istenci, ölümle gelecek bir silinme, nihai bir noktayla gerçekleşecek bir susma arzusu vardır. Sınırın bir adım sonrası ölüm ya da sessizlik: tüm adımlamalar, kurulan ve dağılan cümleler, kelime takımları da ona doğrudur esasında; boyuna çağıran, “planlar” ve “hayaller” kurduran odur. Ama neyse ki heves tam bitmesi gereken yerde biter, kişi yaşam ve ölüm arasında, konuşmak ve sessizlik arasında tercih yapmak zorunda kalır. Bir çark etme jesti olarak “u dönüşü,” özneyi –yazarı da- gerisin gerisi geçip gittiğini varsaydığı yollara, daha önce kurulmuş cümlelere fırlatır. Yolları geçmekle yolların sonuna gelmek ayrı şeylerdir: Yolların sonuna gelindiyse geri dönüş ihtimali, yani “yeniden yaşamak, yeniden yürümek”, bu durumda yeniden başlamak, başka bir şekilde yazmak mümkün değildir; kaldı ki özne “ikinci kez geliyordur bütün yolların sonuna.” İkinci, müstakbel üçüncü ya da dördündü kez: o halde yaşamla ölüm, yazmakla susmak arasındaki kapışmaya döngüsel bir süreç değil, sarsıntılı bir tekrar hâli hâkimdir, ölüm planlarını askıya alan, tekrarı tetikleyen dışsal ya da içsel unsursa her şey olabilir, sözgelimi bir intihar provasının ortasındayken bir sabah kapı çalınır:
“Sabah çok erken bir saatte kapım çaldı. Duymazdan gelmedim, bunu bekliyormuşum gibi fırladım yataktan, karşı komşum. Tatile gidiyor, on gün yok, çiçeklerini çok seviyor, bana zahmet olacak, bazılarını her gün, bazılarını gün aşırı, öğle güneşini sevenler şurada, akşam serinini sevenler şunlar, bunları arada okşasam, aslında biraz da konuşsam, nasıl coşarlar bir bilsem, bana zahmet olacak, anahtarlar işte, üstü iki kere çevireceğim. Nerede kalmıştık? Bütün yolların sonundaydım. Bir patika bile yoktu etrafta ama bir kapı açıldı birden. Ölüm planlarımı çekmeceye koydum şimdi. (…) İlk gün biraz yadırgadım. Suyu sevenler, güneşi sevenler, gölgeyi sevenler. Çiçeklere hiç bu kadar yaklaşmadığımı fark ettim. (…) Sekizinci günün akşamı kendimi onlara adamış buldum. Sekiz gün çok kısa bir süre gönül bağı kurmak için hem de intiharın eşiğindeki birine göre. (…) Artık o son gün gelip çatmıştı. Gerçek bir ayrılık acısı duydum kalbimin ortasında. Komşum geldi. Teşekkürler, anahtarlar. Bütün yolların sonuna açılan o kapıyı aralık bıraktım. Çekmecedeki planları yırtıp attım. Birkaç gazeteye, birkaç internet sitesine ilan verdim hemen. Ücretsiz çiçek sulama hizmeti: Tatilde aklınız saksılarınızda kalmasın.”[1]
Planlar yırtılıp atılır ama o kapı hep aralık kalacaktır, keskin yahut yumuşak dönüşlerle, her defasında yeni içerikler edinerek, bir ihtimalden ziyade bir tür zorunluluk ve hatta bir protesto olarak intihar ya da ölüm oradadır. Gelgelelim kişiyi yolların sonuna iten nedenler de apaçık ortadadır: gönül bağı kuramamak, samimiyetsiz gelgeç ilişkiler, feci bir yalnızlık, iletişim noksanlığı, daha da önemlisi tatildeyken aklı çiçeklerinde değil de saksılarında olanlara verilecek “ücretsiz hizmet”ler, ya da düşük ve güvencesiz ücretli hizmetler, kapitalizmin kraliçesi kronik işsizlik, dört duvar arasında, kapalı odalardaki o görünmezlik, görünmezliklerle gelen his felci, duyu kaybı, lüzumsuzluk duygusu...
***
Kendi cümleleriyle de tıpkı çiçeklerle olduğu gibi ilk kez karşılaşıyordur sanki Erdoğan: ne var ki, yazmak açık kapıyı kapamak için geçici bir çare olmadığı gibi piyasa koşullarında değerini kaybetmiş bir yaşama değer nakletme işlemi de değildir. Yazmanın, cümle kurmanın –suç işlemek, ihlal etmek pahasına- sağaltıcı bir işlevi yoktur: en fazla kişiden geriye kalacak bir iz, ya da gürültüye gidecek tiz bir ses; görülüp işitilmesi, anlaşılması tesadüflere bırakılmış bir edim, yahut daha yoldayken silinmeyi gözüne kestirmiş titrek bir mesaj… Elif Erdoğan cümlelerini sular, güneşe çıkarır, onlarla konuşursa nasıl da coşacaklardır oysa; ama bile isteye cümleleri kısa keser, bazen harfleri dağıtır, parçaların gelişip serpilmelerinin önünü alır, zira cümle kuruluşlarına mührünü basan tereddüt hazzı çok daha baskın gibidir, birer ikişer cümlelik anlatıların kopup coşmalarına, uzamalarına müsaade edilmez, birbirleriyle bakışımlı ya da değil, kısa parçalarla yol alınır. Dünyanın şimdiki halinin, bu hal içindeki bireyin içsel yaşamının paramparça olmasıyla da rabıtalı olsa gerek bu biçimsel yönelim. Bu parçalı üretimde duygulanımlar da anlık, nokta atışı, keskin ve kısadır tabii. Sözgelimi dışa akıtılamayan hiddet çoğun içe bükülür, ve bu bükülmeden de kıvrak-depresif bir ironi, delişmen bir mizah doğar; bir iş görüşmesindeki hüsranı anlatan “Telefon” parçası:
“Formun sonuna geldiğimde biraz keyfim kaçtı. Ne yalan söyleyeyim bugünlere kadar getirmiştim kendimi, iyi kötü. Şimdi nereden çıkmıştı bu.
Size ulaşabileceğimiz bir telefon numarası.
Burası tamam. Geçenlerde ikinci el bir tane almıştım kendime.
Size ulaşamadığımızda arayabileceğimiz bir yakınınızın telefon numarası.
Burası tamam değil. Bir eksiklik hissi yokladı o an. Ama uzatmadım. Uzak gözlüğümü taktım. Tam köşedeki büfenin telefonunu yazıp geçtim.”
Kanı çekilmiş yaşama arzusunu diriltecek bir yol olarak formun –iş umudunun- sonuna gelmek; ama yine yoğun bir heves ve keyif kaybıyla. Bir soruyla keyif kaçar, eksiklikler hücum eder, iyi kötü varılmış yerler de yeniden sorgulamaya açılır; tüm bu baş döndüren ruh halleri özneyi bitap düşürür, keyifsizlik yoğunlaştıkça can sıkıntısına dönüşür: yabancılaşmadan öte kişinin –kendisi de dahil- hiçbir yakını yoktur, o an forma bir numara yazıp geçiliyordur belki ama mesele ruhsal aygıtta, hafızada geçilemiyor, aksine kalıyor ve kaldıkça, siyasal ve estetik açıdan ifade edilemedikçe de külçeleşiyordur. Üst üste kaç bozgun, ne çok yabancı yalnızlık, kaç kere suskunluk, üstelik tekrarlar da farklılık kapasitelerini yitirmiş gibidir: “her gün defalarca yıkılan ama asla devrilmeyenlere ithaf edilecek” sihirli sözler yazmalıdır belki, ama yalana, sahtekârlığa bulaşmadan mümkün değildir artık böylesi sözler sarf etmek. “Umutsuzlar, hayalperestler, heyecanlılar, solgunlar, âşıklar, tüccarlar…”; ezcümle tüm cemiyet katı, kaba saba bir gerçekliğe mahkûm edilmiştir. Erosun, yaşama sevincinin kalıntılarının dahi silinip süpürüldüğü bu mahkûmiyette herkes kendi yalnızlığıyla, temassızlığıyla, delilik nöbetleriyle, kaygı dalgalarıyla, hezeyan ve sayıtlılarıyla, Freud’un formülüyle ölüm içgüdüsünün bir saat gibi işleyen mekanizmasıyla baş başadır. Bağlayıcı bir hakikat, farklı varoluşları yörüngesine alacak müşterek bir koordinat olarak manifesto kabilinden şu tek cümlelik hikâye mesela: “Bıçağın ucuna sapladığı elmayı uzatacağı kimsesi yoktu.”
Trajik olanla komik olan insafsızca iç içe geçmiştir. Artık herhangi bir hikâyenin öncesine, bileşenlerine gerek yoktur; tek cümle kâfidir: hem gemi azıya almış, hıza tapan çağdaş dünyada eskisi gibi hikâyeleri, ya da deneyimleri ne anlatacak ağızlar ne de dinleyecek kulaklar vardır. Öte yandan, nedenler önemlerini yitirmiş, söz kısaldıkça kısalmıştır, sonuçlarsa bütün ağırlığıyla şimdiki zamanı ele geçirmiştir: bıçakların ucuna saplanan elmalar öyle ya da böyle havada asılı kalıyordur. Dağılmış, unufak olmuş bir toplumsal düzlemde parçalanmış bir varoluşu sürdüren bir özne tamlığa varamadığı, eksikliklerle yaralandığı, iletişim olanaklarını kaybettiği, yeterince performans sergileyemediği, başarı basamaklarını tırmanamadığı için kendini zalimce kınama, suçlama eğilimindedir. Erdoğan’ın parçalarında bu eğilimin sahih bir semptomu olarak da terk edilmişlik, dışlanmışlık, çaresizlik, öz-saygı yitimi şeklinde tezahür eden bir depresyon mefhumu sorunsallaştırılır: ruhsal gelgitleri şekillendiren, savunmasız ve kırılgan karakterlerin kendilerini yok etme fantezilerine yakıt temin eden başlıca parametrelerden biridir depresyon. Paldır küldür girilen, birdenbire yakalanılan ama bir türlü çıkılamayan, sündükçe sünen, tekrarlarla yoğunlaşan depresyon süreçleri ölüm arzusunun yanı sıra, toplumsal ve kültürel dünyaya karşı kesif bir itirazı, sessiz bir direnişi, yaşama yönelik kuvvetli bir isteği de açığa vurur: “Bu tekrar, yaşama duyulan arzuya denk gelir.”
1 Elif Erdoğan, Dokuzdan Küpe Çiçeği, İstanbul: YKY, 2021, s. 17-18.