Columbia Üniversitesi’nde yaşam boyu kadrolu olarak işe alınan (tenured) ilk kadın İngiliz edebiyatı hocası Carolyn Heilbrun’ın Amanda Cross takma adıyla yazdığı bir detektif romanı serisi vardır. Serinin baş kahramanı New York’ta, Columbia Üniversitesi’ne çok benzeyen bir okulda İngiliz edebiyatı hocası olan Kate Fansler’dır. Bu seriyi 20. yüzyıl akademisine içeriden bir bakış imkânı sunduğu için bilhassa seviyorum ama ilk kez 1970 yılında yayınlanan serinin üçüncü kitabı Poetic Justice (Şiirsel Adalet) birkaç sene evvel okuduğumda beni epey şaşırtmıştı. Zira kitapta ‘68 öğrenci hareketi görkemli bir başkaldırı, sistemin kökten sorgulandığı ve sarsıldığı bir kırılma anı olarak değil de birkaç avanak ve hevesli öğrencinin yarattığı bir rahatsızlık olarak anlatılıyordu. Öğrenciler iyi belirlenmiş ya da üzerinde düşünülmüş siyasi pozisyonların ve taleplerin taşıyıcısı değil de oyun oynayan, iri kıyım ve kişisel temizliğine yeterince dikkat etmeyen çocuklar gibi tasvir ediliyordu. Tabii böyle bir kitap, belli bir açıdan sadece 1970’te, olayların tozu zemine inmeden, tarihyazımın istikameti belirginleşmeden yazılabilirdi. ’68 kuşağı adıyla sanıyla bilinen, kendine has bir dönüm noktası olarak tespit edildikten sonra kim tarihin yanlış tarafında kaldığını, gözünün önünde yaşanan olayların büyüklüğü ve önemini kavrayamadığını, öğrenciler kampüsü işgal ettiğinde bozulan çiçek tarhlarına kafayı taktığını itiraf etmek ister ki?
Benzer bir durumu, bürokrasileri ve kurumları en iyi anlayan ve anlatan romancılardan birinin, Anthony Trollope’un Warden (Müdür) serisinde de görürüz. 19. yüzyıl İngiltere’sinde, bir katedral şehrinde geçen seri, katedrali çevreleyen bürokratik kurumların işleyişi, bu kurumlardaki iktidar çekişmeleri, kutuplaşmalar ve ayak oyunları konusundaki derin kavrayışına rağmen “reform”u temel olarak güvenilmez, ufak hesapların peşinde koşulan ve kar-zarar dengesi her daim muallak bir süreç olarak görür. Kurumların değişmesi kaçınılmazdır belki, ama yeninin eskiyi aratmayacağı hiç de kesin değildir Trollope’un evreninde. Warden’da eski veya gelenek zamanın sınavında geçer not almıştır en azından; kuşaktan kuşağa aktarılmış bir çeşit sağduyudur. Yeni ise ne yıktığıyla ilgilenmeyen, kendisiyle sarhoş bir tür saldırganlık çeşididir.
Bu mevzuları zihnimde havalandıran Netflix’in yeni dizisi The Chair (Bölüm Başkanı) oldu. Dizi, genel nüfusta olmasa da, özellikle ABD’de işi beşeri bilimler öğretmek olan akademisyenler arasında epey popülerleşti (ya da ben Twitter’da en çok o demografiği takip ettiğim için bana öyle geldi), günümüz akademisinin durumu, öğrencilerin ısrarla talep ettiği siyasi doğruculuk, beşeri ilimlerin gitgide değersizleşmesi gibi sorunları ele alış biçimi bakımından hararetli tartışmalar doğurdu. Beni esas düşündüren kısım ise işte deminden beri bahsettiğim bu sağduyu gibi görünen muhafazakarlık oldu.
Dizinin temel merkezlerinden birini faşizmin doğuşunu anlatırken anlattıklarını vurgulamak için sınıfta Nazi selamı veren ve bu esnada öğrencilerin görüntü kaydı alması sonucu bir anda kendini dev bir skandalın ortasında bulan bir edebiyat profesörü, Bill Dobson teşkil ediyor. Durumun hızla çığrından çıkması sonucu Dobson, yaşam boyu hocalık garantisi olduğu halde apar topar meslekten men edilmeye çalışılıyor. Dobson’ın yakın arkadaşı, bölüm başkanı, Ji-Yoon Kim dizinin sonlarına doğru bir toplantıda bu duruma isyan ediyor: “Bill’in faşist olduğunu, Nazizim’i cidden desteklediğini düşünüyorsanız, bir saniye bile düşünmeden onu kovun. Ama sırf şu öğrencileri susturmak için Bill’i kurban edecekseniz bilin ki, bu mesele böyle kolay bertaraf edilmeyecek.” Tüm bu yaşananlarda kurumlarla, gelenekle özdeşleşmiş “eski”nin değişen dünyaya, “cancel culture”a, yeni dünyanın hızla farklılaşan değerlerine dair endişelerini görmesi kolay. Ara sıra sosyal medyada kensıllanmakla ilgili şakalar yapan herkesin gözünde canlandırabileceği bir korku hikayesi bu zira. Tamamıyla bağlamından koparılmış bir hareketin, asla taşımadığı bir anlam atfedilerek öcüleştirilmesi ve bu sayede bir insanın itibarının iki paralık edilmesi, mesleğinin elinden alınması… “Yeni” tozu dumana katarak, neyi yıktığına aldırmadan, iktidara aç zıpçıktıların eliyle gümbür gümbür geliyor! Bu açıdan dizinin bölüm başkanı Ji-Yoon’un departmanı dönüştürme gayretinden pes edip sınıfa dönmesi ve öğrencilerle “‘Hope’ is the thing with feathers” şiirini okumasıyla bitmesi tesadüf değil. Bizim işimiz şiir okumak; biz “umut” gibi, hüzün gibi “evrensel” (ve muhakkak apolitik) insanlık hallerini biliriz, halkla ilişkileri ya da son moda siyasi görüşleri değil!
Ama bence diziyi böyle okumak, ’68 kuşağını çiçek tarhlarını tarumar eden çocuklar olarak görmek, kilise reformunu sonradan görmelik saymakla eşdeğer; muhafazakarlığı sağduyu sanmak yani. Nitekim hikayeyi “tatlış ve karizmatik öğretmen; saldırgan, cahil ama ‘duyar kasan’ öğrencilere karşı” diye anlamak, bence dizinin (belki de istemeden) gözler önüne serdiği esas mevzuyu kaçırmak demek. O mevzu da şu: çokça konuşulan beşeri ilimler krizi, üniversitenin ticarileşmesi, akademinin prekarlaşması, bilginin araçsallaştırılması kadar öğretmenlerin öğrencilere bir şey öğretebilmek otoritesini hızla yitirmesiyle de alakalı. Burada öğretmene yeterince değer verilmemesi gibi bir şeyden değil, doğrudan öğretmenin kendisinin de öğrenciye verebileceği, öğrencinin işine yarayacak araç ve bilgiden yoksun olmasından söz ediyorum. The Chair’in hocaları ya da bizler sabahtan akşama kadar öğrencilerimiz neden Chaucer’la ya da Kutadgu Bilig’le ilgilenmiyorlar diye öğrencilere kızabiliriz, ama bugünün dünyasında 20 yaşında bir insan neden aylarını Chaucer okumaya harcasın sorusuna yanıt vermek öğrencilerin değil, öğrenciler Chaucer okusun diye ısrar eden hocaların işi. Üstelik bunu söylerken sadece müfredatın şu değil de bu eseri içermesi gibi bir konudan da bahsetmiyorum. Bill sınıfta sadece Nazi selamı vermiyor mesela, aynı zamanda derse sarhoş ya da akşamdan kalma olarak geliyor, kampüs kurallarını defalarca ihlal ediyor, derste öğrencilerine karısına ait uygunsuz bir video izletiyor. Gençler, Bill’e uygun sınıf adabını, Joan’e kadınları kıyafetlerine göre yargılamamayı, Ji-Yoon’a efendinin araçlarıyla efendinin evini yıkmanın mümkün olmadığını öğretmek zorunda kalıyorsa, yani esas eğitimi öğrenci öğretmene veriyorsa, orada gerçekten de bir kriz vardır. Ama sorun kimilerinin zannettiği gibi öğrencinin “müşteri” haline gelmesi ve talepleri değil, yeni bir dünya düzeni kurmak için kaldırım taşları sökülürken aman rektörlüğün önündeki çiçek tarhları bozuldu diye düşünmeye devam edenlerdir.