Elif Erdoğan’ın parçalarındaki delişmen şaka, ironik-depresif ton genelde toplumsal ve iktisadi dünyanın yapısal gerçekliklerine dolayımlandıkça sertleşip acılaşır, ama bu acılaşmanın zehirli bir hınca ya da kindar bir sinizme dönüşmesine karşı önlemler alınır. Kişi dünyayı olduğu kadar, hatta dünyadan da fazla kendini makaraya almaya açık bir haldedir. Mağlubiyetlerle darmadağın, yolların sonlarında sersemlemiş, dönüş güzergâhlarını unutmuş ve çıkışsız bir öznenin kendiyle yerine göre gaddarca dalga geçmesi başarısızlıkları yüceltmek, eksiklikleri telafi etmek için değil, aksine ölümü, yaşarken ölme süreçlerini, intihar düşlerini alt etmek üzere işleyen bir çeşit savunma ve savuşturma aracıdır. Hiç durulmayan, sakinleşmeyen dalgalı bir dünyada umut yitirilir ve yeniden bulunur, depresyonlara girilir ve çıkılır, arzu çokça söner ve yeniden parlar. Bununla birlikte, alttan alta bütün bu yitirme ve bulma, giriş ve çıkış, sönme ve parıldama süreçlerinin bir yerde son bulması istenir; akışların, parçalanıp yeniden toparlanmaların sona erdiği bir durma noktası, “Karadelik”ten:
“Dün gece yine aynısı oldu. Dibe vurup parçalanmak istiyorum. Bu zamanda kaymalar, bu donuk hal, bu zeminsizlik, bu tutuk araf… Sanki kontrolden çıkmış bir kamyonun içindeyim. Freni patlamış. Direksiyonu hükmünü yitirmiş. Yokuş aşağı giderek hızlanan bir akış. Yolun sonu yok. Bir boşluk. Sonsuz bir boşluk. Etrafta gördüğüm ağaçlar gittikçe renkleri birbirine bulaşmış suluboya bir tabloya dönüşüyor. Yokuş dikleşiyor. Çığlıklarımı yutuyor rüzgâr, sesimi yutuyor. Hafızam gidip geliyor. Rüzgâr ve sürüklenme hali bilincimi bulandırıyor. Sevdiklerimi düşünüyorum. Anılarımı tekrarlıyorum. Hislerimi sıkı tutmaya çalışıyorum. Rüzgâr ve sürüklenme bir savrulmaya dönüşüyor. Yalpalamalara. Bilincimi kaybediyorum. Sevdiklerimi yitiriyorum. Anılarım bir boşluğa evriliyor. Hislerim de son bir sıcaklıkla akıp gidiyor içimden. Devrilmek istiyorum, yan tarafta bir uçurum olsun mesela. Bir güm sesi. Büyük bir toz bulutu. Ani bir alev ve yok olma. Yolun sonunda bir duvar ya da. Bir küt sesi. Büyük bir toz bulutu. Ani bir alev ve yok olma. Mutlu ya da mutsuz. Bir son. Bunu istiyorum.”[1]
Kurtarıcı sıcaklıklar çekilir: hisler ölür önce, keskin soğuklar sonradır. Kişiyi çoktan ele geçirmiş donuk ve tutuk hal: yaşamın anlamı değil, değeri yitirilmiştir. Zaman tabakalar halinde kayıyordur, geçmiş ve şimdi arasındaki bağlar kopar, gelecek zaten yoktur, olsa olsa bir duvardır, hafızaysa hiçbir şeyi muhafaza edemiyordur, anılar yetersiz, sevilenlerin varlığı etkisizdir artık. Mutlu ya da mutsuz herhangi bir son duygusu zamanı bilmez. Öznenin kendi sonuna yönelik bir fantezi, kara bir düştür önünde sonunda burada arzulanan, ama bu arzu mutlak manada bir sonu, sonsuzca silinmeyi tasarlayamaz, nitekim yazıda kalıcılaşmak, cümlelerde görünür olmak, fark edilmek, kayda geçmek üzere varlığını sürdürmek niyetindedir, arzu harflerle ve kelimelerle cisim bulmuştur. Bu durumda bütün o küt sesleri, toz bulutları, ani alevler ölüme doğru yol aldığı varsayılan bir arzunun –imdat çığlıkları şeklinde de olsa- yaşam imgeleridir aslında. Freud’un Thanatos ve Eros arasında kurduğu diyalektik ilişkinin kör bir karşıtlık olarak sunulması ne vahim: oysa birinin çekilip de diğerinin bir boşluğu doldurması değil, daha ziyade iç içe geçmesi, hatta uyumu söz konusudur. Elif Erdoğan’ın parçalarında bir görünüp bir kaybolan yok olma düşlerinin berisinde tıkanmış, kilitlenmiş de olsa güçlü bir yaşama arzusu titreşir. Bu arzu tıkanmasının bütün maliyeti toplumsal ve kültürel yaşamın yapısal eşitsizlikleri, iktidar ilişkilerinin öğütücü mekanizmaları, piyasanın görünür ve örtük işleyişi nedeniyle bireye çıkarılamaz. Birey masum değildir ama suçlu da değildir. Bir son olarak ölüme doğru yönelim belirsiz bir başlangıç düşüncesine de açılır, ulaşamasa bile öncelikle orayı hedefler. Erdoğan’ın işlerinde ölümün kişisel yönü kadar, belki ondan da fazla toplumsal ve siyasal yönlerine dikkat çekilir. Bireyin depresyonlarla gelen ölüm arzusunun bile piyasada bir karşılığı vardır, kapkara bir ironiyle “Reklam” parçası:
“Şehrin göbeğinde, yerli üretim plazalarda yetiştirilen, bizzat şehrin stresiyle yoğrulmuş, trafikte marine edilmiş, döner sandalyeli organik depresyon hiç bu kadar ucuz olmamıştı. Üstelik şimdi otuz günde teslimat ve asgari ücret garantisiyle. Hemen arayın.”
Kapitalist toplumun ilkeleri yaşama gücünün yanı sıra, bireyin elindeki son kaynak olarak ölme gücünü de sömürgeleştirmek, ilaç-terapi-reklam sarmalıyla gasp etmek üzere işliyordur. İnsan akıl ve delilik, normal ve anormal arasındaki bir “tutuk araf”a kapatılmıştır. Sona ilişkin vurguda bu tutukluğun çözülmesi, bertaraf edilmesi de istenir. Nitekim Erdoğan’ın ölüm etrafında ördüğü söyleminde, intihar anlatılarında kapitalizmin işleyişine karşı haklı bir itiraz yükselir, yaşamının denetimini ve değerini yitirmiş bir öznenin elinde hiç değilse olası yaşam biçimlerini ters açılardan bile olsa duyuracak kimi ölüm imgeleri olmalıdır. Blochcu bir tabirle: ölüm arzusunda kımıldayan bir yaşam arzusu, ölüm istencinin ucunu yaşam istencine büken ütopik karıncalanmalar, hasılı yaşama kudretinin ölüm dolayımıyla üretilen tezahürleri… Ölüm bir sondur, kapanıştır, hayatsa sonlanmamışlık, kapanmamışlıktır. Ölüm değil ama ölme edimi için kişinin sahip olduğu bir güçtür diye yazıyordu Blanchot da: “…ölüm kendisine doğru koşamayacağım şeydir zira ben (o)nda ölmem, ölme gücümden olurum; (o)nda ölünür, ölmek bilmeden ve durmaksızın ölünür… Son değil, sonu gelmeyen; özel değil, herhangi bir ölüm; gerçek ölüm değil, Kafka’nın dediği gibi, ‘en büyük yanılgının sırıtışı.”[2]
***
Örgütlü kurumlarıyla dış dünya kişiyi intihara sevk eder, parça parça gerçekleşen bir ölümü gündeme getirir. İç dünyaysa buna karşı koyar, özne kendi ölümünün faili olmak için bile olsa yaşama yönelir, Blanchot’nun sözünü ettiği kendi gücünde ısrar eder. Bununla birlikte, kapitalist toplumsal işleyişten asla bağımsız olmamak kaydıyla mevcut bir toplu zavallılık, siyasal bir sefalet, kolektif bir aymazlık ve kayıtsızlık da vardır, ölüm ve hayat arasındaki bireyi bir girdap gibi içine çeken, “Yas”tan:
“Hepimiz sabah işe siyahlar giyip gelmek üzere anlaştık. Biraz ah vah ettik. Üzgündük yalan değil. Elbette üzgündük. Ölüm üzgün bir şeydir zaten. Çoğu zaman böyledir. Üç günlük yas ilan edilmişti. Hepimiz siyah giyinmiştik. Müdür bey geldi. Biraz daha ah vah. Sonra gittik birer çay aldık. Tavşankanı. Bir iki saat sonra üzerimizdeki siyahlardan başka matem emaresi kalmamıştı. Hafif müzik çalıyordu. Arada şakalar filan. Üzgündük de yalan değil. Öğle yemeğinde kıyafetlerimiz yemekhaneyi yas evine çevirmişti. Biz dün nasılsak bugün de öyle yedik yemeklerimizi. Televizyona takıldı gözüm. Öğle haberleri açık. Ama ortamın sesi televizyonu bastırıyor. Bir kadını gösteriyorlar. Dizlerine vuruyor. Çiçekli bir basma eteği var. Dizlerine vuruyor. Üzerinde fuşya bir bluz. Bağrına vuruyor. Başında yazma var. İri gülleri olan bir yazma. Kadın bir hamleyle sıyırıyor. Başını iki yana sallıyor. Saçlarını yoluyor. Dizlerine vuruyor. Bağrına. Yemekhanedeki uğultu daha da şiddetleniyor sanki. Kaşık çatal sesleri. Siyah giyinmişiz. Hepimiz. Kadın çiçekli basma bir etek, fuşya bluz, büyük güllü yazma. Yemek yiyoruz. Kadının bağrında bir oyuk.
Pardon tuzu uzatır mısınız?”
Belli ki ulusal bir felaketin, toplu bir kaybın, yakın bir kıyımın zorunlu icrası olarak bir şirkette üç günlük bir resmi yas, biraz ah vah, geveze bir sessizlik, arada firari şakalar, sinirli gergin gülüşler, hafif müzik eşliğinde: her şey olması gerektiği gibidir, yaşam kıymetten düşeli çok olmuştur, bu yas oyunundaki tüm roller kanıksanmıştır, yemek ve tavşankanı çaylar stres dağıtır. Yalan değil, sabun köpüğü misali üzüntü de vardır, ama her şey dün nasılsa bugün de öyledir. Değişen hiçbir şey yoktur. Zorunlu yasın, günlük çalışma rutininin, yapay duyarlılıkların ortasında tek bir istisna vardır ama: Sahnenin kıyısında, çok uzaklarda, televizyon ekranında üzerindeki kıyafetlerden kim ve nereye ait olduğu az çok sezilen, ama uğultulardan ötürü sesi duyulmayan bir kadının kendini paralayan hareketleri, vahşi bir acı, dilsiz çırpınmalar, ve bu mahşeri hareketlere tanık olan özneninse nerden geldiği belli olmayan bir sesle –belki kendi sesi- anlık dalgınlığından uyanması: “pardon tuzu uzatır mısınız?” Tadı tuzu çoktan kaçmış bir varoluşta, toplumsal bir cinnetin, irili ufaklı suç ortaklıklarının hüküm sürdüğü bir zamanda hikâyenin ve hakikatin de, olayın ve sözün de kapanışı; öznenin kendi utancına, suskunluklarına, daha aşağılara doğru yol alışı, boşlukta çınlayan hırçın bir şaka eşliğinde: “…doktor yalvarırım çocukluğuma inelim.”
[1] Elif Erdoğan, Dokuzdan Küpe Çiçeği, İstanbul: YKY, 2021, s. 89.
[2] Blanchot’dan aktaran: Gilles Deleuze, Fark ve Tekrar, İstanbul: Norgunk Yayınları, 2017, s. 157.