Kendim ve Ötekiler
Erdoğan Özmen

Göz kamaştırıcı metinler vardır. Yaydığı müthiş parıltı, eşsiz bir sabır ve tutkuyla gerçeği  kavrama ve temsil etme arzusundan kaynaklanan, ama o ışıl ışıl aydınlığını asıl olarak biçiminin sahip olduğu kusursuzluktan alan olağanüstü betimlemeler.  Hiç durmadan yontan,  fazlalıkları her seferinde biraz daha eksilten bir ince işçilik sayesinde biçimle içeriğin neredeyse bir ve aynı olduğu, demek iyice hafiflemiş, bir tüy hafifliğine ve yumuşaklığına ulaşmış, rüyaya benzeyen metinler. Bruno Schulz’un tüm eseri böyledir bence, örneğin:

“Yalnızca, gecenin bu büyük karmaşasına katılmayan yan odaların saat tik takları, sessizliğin monologları ve uyuyan insanların soluk alıp verişleriyle ölçülen kendine özgü zamanları vardır. Göğüsleri sütle şişmiş sütanalar, yanakları heyecanla kızarmış ve uykunun kucağına açgözlü bir biçimde atlamış olarak uyurlar; bebekler ise kapalı göz kapaklarıyla sütanalarının uykularının kıyısında dolaşır, onların memelerinin beyaz ovalarındaki mavi damarların çizdiği haritanın üzerinde çevreyi koklayarak dolaşan hayvancıklar gibi yavaşça sürünür, kör gözlerle o sıcak genişliği, uykunun derinliklerine açılan giriş kapısını arayarak, sonunda hassas dudaklarıyla uykunun kaynağını, güven dolu/tanıdık meme başlarını tatlı bir unutkanlık içinde bulurlar.”[1]

Sürünen, yapışan, kıvrılan, yalayan, emen, koklayan, içine alan ve dışarı atan, doygunluğa ulaşarak, kasılma ve gerilimlerinden kurtularak gevşeyen, yatışan ve uyuklayan, salt oraliteden, dudaklardan/ağızdan; onların haz ve işlevlerinden ibaret bir organizma olarak başlarız hayata. Karşısında sadece meme bulunan, sadece o kısmi nesneyi -memeyi- bilen/algılayan, kendinden habersiz, kendinin farkında/bilincinde bile olmayan, kendini bir bütün/tam olarak algılamaktan uzak, tümüyle ötekinin bakımına muhtaç ve bağımlı ve devasa bir ağız olarak. Kısmi dürtülerin ve kısmi nesnelerin kaotik, parçalı, aşırılıklarla ve yok olma/parçalanma kaygılarıyla dolu dünyasını kat ederek başlamak zorundayızdır. Organizmanın gerçeğinden yola çıkarak, bu gerçeğin bir temsile kavuşacağı, simgesel bir veçhe edinerek simgesele -eksikli olarak şüphesiz- kaydolacağı, dilin/kültürün düzenine gireceği evreye varırız. Demek bu iki kayıt, iki farklı düzlem, iki varolma biçimi arasında daha en baştan bölünmüşüzdür. Bu geçiş ve/ya da bölünme ötekine tutunarak, ötekine hitap ederek, öteki sayesinde, onun bize eğilen, yönelen, tutan, kavrayan, yanıtlayan eylem ve sözleri aracılığıyla  gerçekleşecektir. Bu minik aralıkta, bu ‘sıradan’ jest ve hareketlerle, ötekiyle karşılaşma sayesinde ete kemiğe bürünen bu zaman/mekanda devasa bir dönüşüm, bir kopuş ortaya çıkar demek ki. İnsanın kabuğu çatlatıp dışarı çıkması biyolojik doğumundan çok sonradır.

Demek ki, insanın ortaya çıkışından söz ediyorsak en baştan verili bir çekirdeğin/birimin açılıp olgunlaşması, başlangıçtaki sabit ve belirli bir kökün dallanıp budaklanması değildir artık mesele. İnsan-özne sadece kendi fantazileri ve arzuları, sadece kendi bağımsız/özerk bilinçdışında ikamet eden imgesel süreçler/izler sayesinde, onlar aracılığıyla kurulmaz demektir bu. Ötekinin arzusu, fantazileri ve zevki de o kuruluş sürecine çoktan dahil olmuş, o sürecin asli bir unsuru olarak çoktan yerini almış durumdadır. Özne, ötekiyle o kurucu karşılaşma nedeniyle/yüzünden farklı yönlere, olasılıklara, kimliklere ve ruhsal yapılara açık ve meyleden olumsal bir sürecin sonunda ortaya çıkar. En baştan itibaren sadece kendimizinkileri değil, ötekinin de arzu ve fantazilerini kavramaya, tatmin etmeye, gerçekleştirmeye çalışırız. Ötekiyle aramızdaki bağ ve ilişkiyi tek taraflı, tek yönlü bir muhtaçlık, bağımlılık ve edilgen olarak değil karşılıklı bir bağımlılık, ortaklaşa bir keşif ve yaratma edimi olarak kavramalıyız demek ki. Bu özgünlük, bu bağlantılı ve birlikte oluş ve karşılıklılık hali ve buna ilişkin temsiller ve kavramlar oluşturma kapasitesi insanın en önemli üstünlüğü ve mucizesi sayılmalıdır.

Kendiyle sınırlı, kendi üzerine kapalı, hep kendine dönen ve kendini referans alan, kendinden ibaret bir varoluş değildir bizimkisi. Bu nedenle, tek tek bireylere emir kipinde seslenen şu ahir zaman sloganlarına kolayca kapılıvermemizde bir tuhaflık yok mu: Her birimizi ötekinden ayırarak “İnsanın asıl yolculuğu kendine olandır”, “kendini, kendi iç sesini keşfet”, “kendin ol”, “kendini bul” “kendine dön”..  diyerek çağıran “hikmetli” ve imkansız buyrukların tümünü son moda bireycilik olarak duraksamadan reddetmeliyiz demek ki.

Düşünce tarihinde psikanalizin yarattığı devrimin (epistemolojik kopuşun) içeriği ve kapsamını konuşmak ve konuya buradan bağlanarak devam etmek üzere.       


[1] Lehçe bilseydim de, bir de orijinal dilinde okusaydım keşke diye diye okudum Bruno Schulz’un çok hoş ve incelikli Türkçe çevirilerini. (“Tarçın Dükkanları”nın iki çevirisi var: Aylak Adam Yayınları’nın yayınlamış olduğu Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirdiği baskı ve YKY’dan çıkmış olan, Almanca ve İngilizce baskılar temel alınarak İlknur Özdemir tarafından yapılan çeviri).: her ikisini de okurken “metnin tam burasında yazarın söylemek, dile getirmek istediği şey, seçtiği sözcük bu olmalı” dediğim zamanlar oldu. Ya da şu: Zihnimdeki “kısmi dürtüler ve kısmi nesneler, oral dürtü ve onun nesnesi meme, erken/pre-ödipal anne çocuk ilişkisi”ne dair bazı psikanalitik kavramlar okumamı etkiledi, çarpıttı belki de. Sonuç olarak iki çeviriyi birbirine karıştırdım, harmanladım. Yukarıdaki satırlar ilk çeviride (ikinci baskı, 2018 s. 270), ikincisinde (6.baskı, 2020, s. 245). Buna ne kadar hakkım olduğunu bilmiyorum. Her iki çevirmene teşekkürlerimi bir de yazarak ifade etmiş olayım, yapmış olduğum şey bir kusursa şayet, özürlerimi de.