"Totalite"
Murat Belge

Marx, ondokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde doğdu. Son çeyreğinde, 1880’lerde öldü. O tarihlerden beri bayağı bir zaman geçtiğini söyleyebiliriz herhalde. “Dolayısıyla teorisini sandık odasına kaldırabiliriz” sonucuna varmak üzere söylemiyorum bunu. Aristoteles de Marx’tan bin küsur yıl daha önce yaşamış. Mümkün olsa da Aristoteles’ten öğrendiklerimizi zihnimizden silebilsek zihnimiz çok kötü yoksullaşırdı. Marx da düşünceleriyle yaşamaya devam edecek. Ama o ölünce dünya yerinde çakılıp kalmadı. İnsanlar her zamanki gibi düşünmeye devam ettiler ve her zamanki gibi birçok doğru, geçerli düşünce ürettiler. Bu düşünceleri de Marx’ınkiler arasına katmakta ve onları bunlarla pekiştirmekte herhangi bir sakınca yok.

Ondokuzuncu yüzyılın ideolojiler dünyasında “teori” denince hayatın bütününü açıklayan bir düşünce sistemi anlaşılırdı. Marx’ın bir buldozer gibi düşünce alanında açtığı açılımları herkesin anlayacağı bir dile çevirmeyi kendine görev edinen Engels’in doğanın diyalektiğini, ailenin, özel mülkiyetin kökenini ve bu gibi konuları ele almasının nedeni budur. Hayat bir “totalite”dir; teori de onun sırlarını çözecek anahtardır.

Bugünün insan düşüncesi pek böyle işlemiyor. “Total”den “totaliter”e olan mesafenin bir hayli kısa olması bilinci daha etkili şimdi. Birkaç cümleye indirgenebilir bir “teori” ya da “yöntem” ile gerçekliğin tamamını kavrayabileceğine inanan bir insan, korkulması gereken bir insandır. Geri kalan bütün insanları kendi kavrayışına uygun biçimde yaşamaya zorlama hakkını kendinde gören insan ise büsbütün tehlikelidir. Bugüne kadar bildiğimiz, deneyimlediğimiz sosyalizm biçimlerinde bu insan tiplerine sık sık rastladık.  Kesinlik hep önem verdiğimiz, erişmeye çalıştığımız şey; ama, örneğin Descartes’ın “yöntemli şüphe” dediği şeyi de el altında bulundurmak da en az onun kadar önemli ve gerekli. Şüphe, her zaman “araştırmacı”dır. Kesinlik ise dondurucu ve durdurucu olma tehlikesine her zaman açıktır.

Bir düşünürden kendi düşüncelerine karşı şüpheci tavır almasını beklemek herhalde çok gerçekçi bir şey değildir. Düşünür, adı üstünde, düşünür. Düşünüp taşınır, düşündüklerini tutarlılaştırmaya, sistematize etmeye bakar, bütün bu süreç içinde zihninden geçenler karşısında yeterince şüphecidir. Ama bu gibi işlemlerden sonra vardığı sonuçlar konusunda şüpheciliğinin de sonuna gelir. Marx da, Engels de sıkı polemikçiydiler. Düşüncelerini eleştirenlere karşı fazla hoşgörülü oldukları söylenemez. Başka türlü olmaları da sanırım beklenemez. Ama herhangi bir teorisyenin teorisini uygulamak işini yüklenmiş kişi veya kişilerin teorisyenin kendisi kadar “bağnaz” olmaması gerekir.

Burada, bilgisayarın bize öğrettiği “feed-back” ilkesi de önemli. Ama sözünü ettiğimiz çağlarda bilgisayarın kendisi de, ilkesi de bilinmiyordu. Aslında yürümek kadar sıradan bir etkinlik de ciddi “feed-back” gerektirir. Onun için biz insanlar da bunu farkında olmadan biliyorduk. Farkında değildik çünkü çok doğaldı.

1917’yi başarıp ilk sosyalizmi Rusya’da kuranlar, Marx’ın teorisine kesin güven duyan insanlardı. İdeal toplumu kurmak üzere yola çıkmışlardı ve bunun yöntemini de bildiklerine inanıyorlardı. İnsanların bir an önce mutlu olmasını sağlamak için aceleleri vardı. Bu da onları eleştirenler, soru soranlar karşısında sabırsız yapıyordu. Böyle bir ortamda Stalin yapısında bir adamın dizginleri eline geçirmesi bir facia oldu. Dünya, başta Rusya, “total”i bildiğine inanan kişinin totalitarizmiyle böyle tanıştı.

Bu formasyonu almış politik öndere göre sosyalizm iyidir, bu tartışılmaz. İnsanların içinde yaşayabilecekleri en iyi düzendir. Hal böyleyken adamın biri çıkıp “Ben bu gidişi beğenmiyorum” diyorsa tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. Bu adam bir düşman olduğu, düşmanlar adına konuştuğu için böyle şeyler söylüyor olabilir. Yani casustur, ajandır, haindir, öyle bir şeydir. Ya da aklından zoru vardır, onun için böyle konuşmaktadır. Delidir, ruh hastasıdır. Birinci kategoridense hemen yok edilmesi gerekir; ikinciye giriyorsa acele tımarhaneye kapatmalı.

Sovyetler Birliği’nde rejimden hoşnut olmayanlara karşı söylediğim iki yöntem de uygulandı. Daha erken dönemde, daha radikal olan birinci yöntem uygulanıyordu. Sonraları, örneğin Brejnev zamanında, tımarhane yöntemine dönüldü. Nagy ile Dubçek’in uğradığı muamelelerin paralelinde bir gidiş.

Bunların olması ve neredeyse daha en baştan olması sosyalizmin üstüne hâlâ aralanmayan bir gölge düşürdü. Somut tarihin böyle talihsiz yürüyüşünde her şeyin doğrusunu bildiğine dair yanlış inancın önemli bir payı olduğu herhalde yoksanamaz.