Düşünce tarihindeki büyük epistemolojik kopuşlara ne çok şey borçluyuz. Onlar sayesinde düşünme biçimlerimizde ortaya çıkan dönüşümler, o güne değin düşünülemez olana ilişkin edindiğimiz yeni keşif ve içgörüler, düşünme ve ifade etme kapasitemizdeki genişlemeler, insana ve dünyaya ilişkin kavrayışımızda ortaya çıkan yeni olanaklar, önümüzde açılan yeni yollar, yeni biçim ve nedensellik bağlarının icadı ve kurulması, kör karanlığın ve gölgeli alanların gerilemesi, ışığın ve aydınlığın artması, yeni arayışların belirmesi… insanlığımızı ve dünyamızı radikal biçimde değiştiren bu armağanların tümünü o kopuşlara borçlu değil miyiz? Demek düşüncenin eski referans ve zeminlerini, eski paradigmayı alt üst ederek yenisini en baştan inşa eden bir devrim gerçekleşmiştir. Gündelik hayat pratiklerimizi, ilişkilerimizi, dili ve kelimeleri, gelecek tahayyüllerimizi ve umut etme biçimlerimizi bile değiştiren bir devrim. Eski düşünce alışkanlıkları ve akıl yürütmeler, eski inançlar ve tavırlar, eski pratikler ve gelenekler daha bir süre etkisini sürdürecektir şüphesiz. Ama olan olmuştur bir kere; o kopuş zamana yayılarak hükmünü icra edecek, her çatlaktan sızarak tümüyle egemen hale gelecek, dahası söz konusu geçmişin/eskinin anlamını ve ona bakışımızı bile geri dönüşlü olarak ve temelli değiştirecektir.
Sözkonusu epistemolojik kopuş; demek düşünme biçimlerimizi, usullerimizi, pratiklerimizi, alışkanlıklarımızı belirleyen, düşünme süreçlerini mümkün ve olanaklı kılan, düşünceyi var eden, dünya, toplum, hayat ve insana ilişkin bilgi ve kavrayışlarımıza kaynaklık eden ve destek sağlayan çerçevenin dağılması anlamına gelen o kırılma/kopma bir tür (Lacancı anlamıyla) tuche[1] etkisi yaratır: Zihnin işleyişini, zihinsel faaliyeti ve üretimi, çağrışım zincirini tetikleyen ve fiiliyata döken başlıca neden olarak işlev gören gerçek etmen etkisidir bu. Söz konusu etmen çok daha radikal ve olumsal bir nitelik taşır. Sonraki adım, kaçınılmaz olarak bu gerçek ve güdüleyici nedene bir temsil ve ifade sağlama, onu evcilleştirme ve denetleme amacıyla atılacak, ve aynı süreç söz konusu kopuşlarla -gerçekle yeni bir karşılaşma ile- mütemadiyen tekrar edecektir. Demek düşünceyi, kendi tamamlanmamışlığının/eksikliğinin farkında olan, mevcut kapasitesinin sınırlarını ve belli bir belirsizlik payını baştan kabul ve teslim eden bir süreç olarak kavramalıyız.
Freud’a göre, insanlık bugüne değin üç temel narsisistik darbeyle karşılaşmıştır. Güçlü bir sarsıntının eşlik ettiği her bir karşılaşma, her bir maruziyet hem bir yoksunlukla, engellenmeyle sonuçlanmış, derin bir yaraya/incinmeye yol açmış hem de -bunu da ileri sürebiliriz pekala- insanı belirli bir gecikmeyle asıl konumuna yerleştirmiş, asıl yerine iade etmiştir. Demek insanlığın kendi yerine kavuşması birbirini izleyen söz konusu acı yüklü travmatik karşılaşmaların ardından ve sonradan gerçekleşmiştir. İlk olarak Kopernik ile birlikte insanlık evrendeki merkezi yerinden mahrum edilmiştir. Daha sonra Darwin, insanın ilahi yaratımın üstün bir başarısı/eseri değil, bütün canlıların tabi olduğu ve maruz kaldığı çok uzun ve karmaşık bir evrim sürecinin sonucu olduğunu göstererek ikinci büyük darbeyi indirir. Ve nihayet üçüncü darbe psikanalize nasip olur. Bilinçdışının keşfiyle birlikte şu güçlü tezi formüle etmek ve ileri sürmek mümkün olacaktır: “İnsan kendi evinde efendi değildir” (“man is not master in his own house”). Bu tez, insanın sahip olduğunu sandığı bir merkeze sahip olmadığının, demek kendiyle tam olarak özdeş olduğu yanılsamasına yol açan bir merkezden yoksun olduğunun dile gelişi olarak okunmalıdır.
Kendi idrak, anlama ve algılama kapasitemizden daima kaçan, kendimizle tam bir birlik ve örtüşme halinde olmadığımızı ilan eden ve cisimleştiren bir yapı, demek bir istikrarsızlık, tutarsızlık ve fazlalık unsuru olarak, varlığımıza çoktan dahil olmuştur. Özne ve öznelliğe ilişkin kavrayışlarımızı kökten değiştiren bir keşiftir bu. Belki, birey-oluş (ontogenesis) düzeyinde gerçekleşen de benzer bir süreçtir. İnsanın kendini yaratması, adım adım ilerleyecek olan varlığın vücuda gelmesi ve inşası süreci tam olarak bu yarık ve aralığın üstüne oturacak, ondan sonra önümüze yansıtacağımız ve üstleneceğimiz şey o yarığı gidermek, o açıklığı kat etmek olacaktır. Şu da söylenebilir pekala: psikanalizin bireyin hikayesini en baştan itibaren ancak öteki ile ilişki ve bağ içinde kavraması, izole bir birey ve ruhsallık kavramına yüz vermemesi de bu bağlamda bir zorunluluktur artık. Söz konusu kökensel sürgün nedeniyle mütemadiyen katlanmak zorunda kaldığımız yersizlik ve göçebelik duygusu, bir gün döneceğimize ve temelli yerleşeceğimize inandığımız bir eve/yurda duyduğumuz hasret de aynı bağlama ait semptomlardır belki de.
[1] Tuche ve automaton, Lacan’ın nedensellik ve determinizme ilişkin meseleler üzerine düşünürken Aristoteles’den ödünç alarak farklı içeriklerle yeniden tanımladığı iki kavramdır. Buna göre automaton gösterenler ağıdır ve simgesel düzende konumlanır. Çağrışım zincirini, zihnin işleyişini ve üretimini hem belirleyen (hangi gösterenin/sözcüğün ne zaman ortaya çıkacağını saptayan) hem de simgesel-imgesel düzendeki tekrarları yerleştiren/düzenleyen sürece işaret eder. Demek, psikanalitik psikoterapilerdeki serbest çağrışımın (free association) aslında/daha derin bir düzeyde hiç de serbest sayılamayacağına da. Dolayısıyla automaton kavramı, bir bakıma rastlantı/şans eseri gibi görünen fenomenleri belirtmekle ilgilidir, diğer yandan söz konusu fenomenler tam da gösterenin özneyi belirlemekteki ısrarını anlatmaktadır. Tuche ise, Lacan’a göre “gerçekle karşılaşmadır”. Simgesel düzenin gerçek tarafından istila edilişine göndermede bulunur. Özneyi belirleyen simgesel düzenin yapısı olan automaton’un tersine, simgesel düzenin mevcut belirlemelerinin ötesinde konumlanır ve tümüyle keyfidir. Bir rüyadan uyandıran kapı zili gibidir. Ya da bir travmadır. Zira travmatik olay gerçekle acı veren bir karşılaşmadır ve o anki/mevcut anlamlandırma çerçevemizin/evrenimizin tümüyle dışındadır. (bkz. Dictionary of Lacanian Psychoanalysis; Dylan Evans, Routledge, 1997)