Türkiye’de milliyetçilik her zaman bir devlet ideolojisi olmuştur. Ulus-devlet hikayesinin kurucu harcı olduğu için bu durum istisna değil elbette ki. Tepeden inen fikirlerin ulus inşa süreçlerinde yazılan hikayelerle halka anlatıldığı ve varoluş/beka kaygısına merhem tarih anlatılarıyla, destanlarla, kahramanlarla, masallarla hayal edilen cemaatlerin muhafazası mümkün kılınır. Şunu biliyoruz: Türk milliyetçiliğini sahiplenmek bu ülkede her zaman en konforlu politik pozisyon olmuştur. Gecekonduları yıkılmasın diye balkonlarına bayrak asan, illegal şeyler taşıdıkları araçlarını Türk bayrağı ile kaplayan insanlar da bunu biliyordu. Kötülüklerden koruyan bir pelerin görevi gördü hep milliyetçilik bu ülkede.
Ben Türkiye’de bu ideolojinin artık çok da siyasi iktidarın tekelinde bir fikir olduğuna inanmıyorum. Bu ülkenin karakterine öyle işlemiş bir ideoloji ki milliyetçilik, siyasi iktidar çeşitli tarihsel koşullar gereği geri adım atacak olsa, halkın had bildiren bir tonda daha da milliyetçileştiği ve derhal devlet aklını milliyetçi kuruluş ayarlarına davet ettiğini düşünüyorum. Devletin milliyetçilik ölçütünün altında kaldığında yediği dayakları kolektif hafıza dolayısıyla bildiği için, gerekirse devletten daha milliyetçi olmayı, bunu etiket olarak taşımanın en akli çözüm olduğunu içselleştirmiş bir ortak akıl bu. Özal’ı hatırlayalım! Neo-liberalizmin bedeni olarak Türkiye’de Kürt meselesini bir tür ekonomizmle çözmeyi amaçladı ancak hesap tutmadı malum. Kürt Açılımı'nın yarattığı milliyetçi ve bilhassa Türkçü tepki örneğin. Siyasal İslam’ın etnisiteyi daha flu gören bakışı, aşağıdan gelen taleple milliyetçi tarafa park etmek zorunda kaldı sonuçta, öyle değil mi?
Sıradan insan düzeyinde bu doğal refleks olarak milliyetçilik kendiliğinden oluşmadı elbette ki. Resmî ideoloji; Türk milliyetçiliğinin ötekisi olan “Kürtleri hedef alalım” dediği zaman hiç itiraz etmiyor kitle. Ama siyasi iktidar “yok biz şimdi bu meseleyi konuşarak çözmek istiyoruz” dediğinde en parlak döneminde iktidarı itibarsızlaştıracak kadar sert bir tepki alıyor. “Tamam milliyetçiyiz, Kürtler de en büyük ötekimiz, ama Suriyelilere ses etmeyelim” dediğinde sözü dinlenmiyor artık. “Bakın onlar din kardeşimiz, biz şu HDP’ye odaklanalım dendiğinde sokak buna itibar etmiyor. Milliyetçilik yolunu, aşağıda, sokakta, sıradan insan düzeyinde yeniden buluyor. Bu kadar araçsal ve keyfi kullanılmış bir ideoloji elden kaçtığında, artık şişede durduğu gibi durmuyor.
Tüm bu anlattıklarımı 2011 yılında, henüz barış süreci devam ederken doktora tezim için Ankara’da yaptığım bir alan araştırmasına dayanarak söylüyorum aslında. “Sıradan insanlarla” Kürt meselesini konuşmuş ve onlara diğer etnisiteyle karşılaşma deneyimlerini sormuş, bireysel hikayelerini toplamıştım. O zaman biraz da şaşırarak fark ettiğim şey görüşme yaptığım hemen herkesin kendini “ben milliyetçi biriyim” diyerek tanıtması ve anlatacağı şey her ne ise başlangıcı bu cümle ile yapıyor olmasıydı. Kürt meselesinin gündelik görünümlerini anlamaya çalışan bir araştırmanın onlarda yarattığı savunma refleksi, kendilerini güvenli alana almakla ilgili bir stratejiydi bu. İşte bu yüzden, barış görüşmelerinin yapıldığı, Türk milliyetçiliğinin en önemli meselesinin bu ülkede en kolay konuşulur olduğu dönemde bile hem Kürtlerin hem de Türklerin hikayelerinin başına kondurdukları bu cümle ile kendilerini güvende hissettikleri gerçeğini akılda tutmak gerekir.
Bugün koşullar o günden çok farklı. Aynı araştırmayı bugün yapsak Türk milliyetçiliğinin büyük ötekisinin artık değişmekte olduğunu ya da en azından çoğullaştığını tespit etmek zor olmayacaktır. Siyasi iktidar düzeyinde odak hala aynı, ama sıradan insan açısından ön sıra artık net bir biçimde “Suriyeliler” ve “Afgan”lara ait. Artık namusu korunması gereken vatan toprağı, Suriyeliler ve Afgan’lar ile “dolmuş” iken, Kürtlere yönelmiş dikkat sıradan insan düzeyinde bir miktar dağılmış gibi görünüyor. Devletin baktığı yerden ise, Kürt meselesine bakış asla oradan çekilmesin, odak kaybedilmesin diye uğraşılıyor. Ama sıradan insan milliyetçi refleksini karşılaşmalardan doğru kuruyor. Medyanın ne söylediği elbette önemli ama o artık sokağa çıktığında temas ettiği ile daha çok ilgili (Ana akım medyayı yok ederken devletin ideolojik mesajlarını vermede yaşanabilecek zorluklar düşünülmemiş olmalı). Beğenilmeyen milliyetçilik ulusal kanallarda, “sıradan insan” milliyetçiliği sosyal medyada akıyor.
AKP’nin İslamcılığı ve ona yardıma koşan milliyetçi ittifakın anlayamadığı, kavrayamadığı, kendini iktidara muhalif olarak kuran, siyasal İslam karşıtı ve temel varoluşunu mülteci karşıtlığı üzerine inşa eden yeni bir milliyetçilik akımından çokça bahsediliyor artık. Geçen aylarda çeşitli yerlere astıkları “Hudut Namustur” pankartlarıyla çok konuşulan “Öfkeli Genç Türkler” böyle bir akımın aksiyon almış bir fraksiyonu zannediyorum. İslam ortaklığını reddeden ve zorunlu olarak Türkçülüğü kendine şiar edinen bir bakış. 90’ların Türki Cumhuriyetlerle irtibat kurmak isteyen, Turan’a erişmeyi arzulayan genişlemeci bir Türkçülüğüne benzemiyor. İçe kapanmacı ve dışarıdan gelecek yabancı unsuru dışlayan yabancı düşmanlığı, mülteci düşmanlığı ve ırkçılıkla müsemma “yeni” bir Türkçülük.
Yeni olan ne peki? Ettikleri iki laf da “Hudut Namustur”[1] ve “Ülkemde Mülteci İstemiyorum”, milliyetçiliğin en genelgeçer iki anlamına işaret etmez mi zaten? “İzmir’in dağlarındaki çiçekleri yakanlar hesabımız sizinle” lafı intikam arzusuyla dolu milliyetçi öfkenin en tanıdık yüzüdür. Öfkeli Genç Türkler’den birkaç kişi astıkları pankartlar dolayısıyla gözaltına alındıklarında İyi Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz bir haber programında konuyla ilgili fikri sorulduğunda; “Bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullandığı bir slogandır” diye ısrarla vurguluyor. “Neyini yadırgıyorsunuz?”a getiriyor yani aslında.
Demem o ki; laf değişmiyor aslında. Bu politik sözü sahiplenen kitle dönüşüyor. Bildiğimiz taşralı ülkücü profili dışında birileri dile getiriyor artık bu sözleri. Kentli, oldukça iyi eğitimli, seküler ve Batılı bir hayat tarzına yakın bir kitle. İlk haykırdıkları slogan son derece konvansiyonel bir milliyetçiliğin lafzı iken, kendilerini daha uzun izah ettikleri birkaç sınırlı görüşmede söyledikleri şeyler daha önce milliyetçilerin dile getirdiklerinden epey farklı:
“Öfkeli Genç Türk demek, AKP tarafından gençliği çalınmış gençler demek. Bizler ekonomi politikalarından, sürekli fakirleşmekten rahatsızız. Ekonomik problemlerin tetiklediği mülteci ve göçmen politikalarından da rahatsızız” (Mutlu).
Aynı röportajda Mehmet kendilerini şöyle tarif ediyordu:
“Biz muhafazakâr ailelerin seküler çocuklarıyız. Dine dayalı bir yaşantı yaşamak istemiyoruz. LGBTİ+’dan tutun birçok olaya kadar bunları bir sorun olarak görmüyoruz”.
AKP’nin dindarlığının ters teptiği, AKP dışında bir siyasi iktidar dönemini deneyimlememiş bu genç kitle, AKP iktidarının ürettiği karşıt kamusallığın sesi. İronik olan da bu yeni tip kentli milliyetçiliğin, 90’larda İçişleri Bakanı olduğunda “Fakir Köylü Kız” manşetleriyle küçümsenen Meral Akşener’in İyi Partisi tarafından temsil ediliyor olması.
Öfkeli Genç Türkler’ın ısrarla dile getirdikleri gibi, direkt Suriyelilere, Afganlara değil, iktidara sesleniyorlar esasen. Öfkelerinin muhatabı siyasi iktidar. İktidardaki milliyetçiliğin vasatlaşmasından rahatsızlar. Muhalefetin yüksek çıkan sesleriyle hizalanıyorlar. Ancak onların belli belirsiz siyasi yakınlıklarla ana akımlaştırdıkları bu politik sözün sıradan insan dilinde sadece iktidara muhalefet etmenin yolu olmaktan çıkacağını, direkt sokaktaki “öteki”ye yönelebileceğini önemsemiyor gibiler. Daha kaç Altındağ faciası yaşanabileceği üzerine düşünmedikleri çok belli. Talepleri iktidar değişikliği ve mümkün olduğunca Türk, mümkün olduğunca seküler bir “milliyetçi biz”i yeniden üretmek.
Ülkede politik iktidarın el değiştirmesi ihtimalini düşünürsek, yeni bir milliyetçi bakış lazım olacak öyle değil mi? Milliyetçi dozu belirgin olmayan bir ittifakın kazanma şansı yok artık bugünkü konjonktürde. Seçmen bundan sonra kendi profiline uygun bir milliyetçilik seçecek. Öfkeli Genç Türkler yeni politik denklemin milliyetçi düşünce hattını oluşturacak kadar güçlü bir politik söz koyabilecek mi ortaya yoksa sesleri mevcut siyasi iktidarı eleştiren koronun içinde eriyecek ve sönümlenecek mi onu birlikte göreceğiz.
[1] Namus meselesi milliyetçilik anlatısının merkezinde yer alır bilindiği üzere. Modern devlet esasen “aile” metaforuyla kavranır ve ailenin içindeki roller gibi cinsiyetlendirilerek anlamlandırılır. Ulus bir biraderler birliği olarak erilliği imgelerken, “vatan” dişil (ana-vatan) bir anlamla anne ve sevgiliyi işaret eder. Öyle olunca da vatan namusu korunması gereken, daha da önemlisi namusu erkekler, ulus, tarafından kollanması gereken, uğrunda ölünmesi icap eden bir kadın bedenine indirgenir (Najmabadi, 2016:). Namusu korumak da milliyetçiliğin görev hanesine yazılır tabii. Siyasi iktidarın milliyetçiliği bu namusu koruyamıyorsa Türkçülük güçlenir. Hudut olmuyorsa “sınır” denir.