Psikanalizin Devrimi (II)
Erdoğan Özmen

Mütemadiyen başkalarıyla ilişkilerimiz hakkında düşünüyor, tartışıyor, konuşuyoruz. Kişisel gelişim kitaplarına gösterdiğimiz takıntılı ilginin gerisinde de benzer bir şey var: hiçbir şey yerli yerinde değilmiş, yer, yön ve amaç tayini için ihtiyaç duyduğumuz tüm referansları ve anlam çıpalarını kaybetmişiz de, yeniden ilişkilerimizi düzenlemek, yürütmek, yoluna koymak gerekiyormuş gibi. Bunun için “ilişki yönetimi” diye tuhaf bir kavram bile icat ettik. Daha sağlıklı, tatminkar ve istikrarlı etkileşim ve ilişkiler için uzman tavsiyelerinden medet umuyoruz. Başkalarının gözünde nasıl göründüğümüze yönelik her zamanki merakımız bütün canlılığıyla sürüyor. Burada yeni ve beklenmedik olan şey, tüm bu hareket ve arayışın güçlü bir bireycilik zemininde gerçekleşmesi. Bireyi bütün bağ ve ilişkilerinden kopuk biçimde ve izole bir hücre/birim gibi tahayyül ediyoruz. Nitekim tüm kişisel gelişim kitapları ve popüler psikolojinin tavsiye ve buyrukları da aynı hat üzerinde yer alıyor, aynı tekil bireye hitap ediyor: “Önce kendini sevmeyi öğrenmelisin”, “kendine anlayışlı olmalı, kendine şefkat göstermelisin”, “iç sesini, içindeki çocuğu keşfetmelisin”, “anda kalmalı, ana odaklanmalısın”, “farkındalığını artırmalı, amaç ve hedeflerini açıkça belirlemelisin”, “kusur, zayıflık ve travmalarınla yüzleşmeli, mükemmelliyetçi ve kusursuz olmaktan vazgeçmelisin”, “boyun eğici ya da hükmedici ya da narsisist diğerlerinden uzak durmalısın” gibi tanıdık bir dizi tavsiye ve buyruk.

Söz konusu tavsiye ve buyrukların tümü, ötekilerden mutlak biçimde ayrılmış bir “kendi”yi önemsemeyi ve sevmeyi, tam bir yalıtılmışlık ve ilişkisizlik odağı olarak tarif edilen bu kendiliği yüceltmeyi telkin ediyor. Sanki tüm bunlar, tam bir ilişkisizlik ve bağsızlığın hükmettiği bir uzayda, tek başına halledilebilirmiş gibi. Dalga dalga yayılan ve hepimize sirayet eden bu kültür ve zihniyet ortamında her birimiz, başka herkesi incelemeye, çözümlemeye, damgalamaya, yargılamaya çoktan hazırız artık. Yalnızca kendi benliğimize yönelmiş, kendi benliğimize batmış, kendi benliğimizle kuşatılmış olduğumuz ölçüde hem müthiş bir değersizlik ve yetersizlik hem de yoksunluk ve engellenme duygularına teslim oluyoruz. Bu açmazdan, derhal bir savunma işlevi görecek ve kendimizi teskin edecek biçimde büyüklenmeci ve kibirli bir ruhsal yapı/konum yaratarak kurtulmaya çalışıyoruz. Ya da kaçınılmaz olarak içimizde büyüyen çaresizlik, kızgınlık ve öfke duygularını hemen daima ötekilere yansıtarak, onları “ifşa” ederek, değersiz, bencil, kibirli, narsisist vb. olarak itham ederek bertaraf etmeye çalışıyoruz. Her iki durumda da başlangıç noktasına geri dönüyor, ötekilerle ilişki ve bağlarımızın daha da parçalanmasıyla baş başa kalıyoruz. Şu da çok açık değil mi zaten:

“Asıl sorun, hala başkaları tarafından sevilmeyi umuyor olsak da, kendini sevmeyi bu kadar öne çıkaran bir kültür içinde başka birini sevmenin gittikçe güçleşmesidir belki de”[1]

                                               ***

Homo sapiens’in insan olarak doğmuş olmaktan ziyade, insan olmayı öğrenmiş olmasına benzer biçimde, neredeyse aynı süreçleri kat ederek öğreniriz insan olmayı. Kendi varlığımızı tatmin etmenin çeşitli yordamlarını öğrenerek ve edimselleştirerek var oluruz. Tamamı, öteki ile ilişki içinde, öteki ile birlikte, öteki sayesinde ve huzurunda gerçekleşecek bir süreçten, insanlaşmanın “töz”ünden söz ediyoruz demek ki.

Freud’un bir diğer büyük başarısı -daha doğrusu klinik pratiğini tam da öyle yürüttüğü için karşısına çıkan bir olay demeli buna-, nevrozları tanıdığı ve/ya da keşfettiği ölçüde psikanalitik yöntemi geliştirmiş olmasıdır. Yani hem bir tedavi hem de bir inceleme yöntemi olarak psikanaliz pratiği tanı koyma süreci ile eş zamanlıdır. Çeşitli prosedür, teknik ve tanı sistemlerinin yardımıyla önce tanının saptanması (hastalığın teşhisi) ve sonra buna uygun tedavi şeklindeki ayrımın, bu art-zamanlı ve aşamalı modelin aşılması demektir bu. Tedavi süreci (yani ne kadar özgün olsa da iki insanın ortaklaşa yürüttüğü bir faaliyet) aynı zamanda bir tanı/tanıma sürecidir. Kendini bilmek denen şey ancak ortaklaşa/birlikte var edilen bir çalışmadan sonra, öteki sayesinde, ötekinin varlığında mümkündür demek ki. Buradan biraz daha ilerleyerek başa (kendi olmak meselesine) dönmek üzere.


[1] Renata Salecl, Seçme İkilemi, (çev: Barış Engin Aksoy), Metis Yayınları, 2014, s. 65