İnsan Hakları, Devletin İç İşi Midir?
Işıl Kurnaz

İnsan hakları sanırım elle tutulur, gözle görülür, dişe dokunur bir şey olduğu için bedenimizde bir yerlere bu kadar değiyor. (İnsan hakları ya da haksızlıklar, kalbimize değebilir, damarımıza dokunabilir, karnımızı ağrıtabilir, kanı beynimize sıçratabilir, içimizi acıtabilir…) Bu tenimizde bir yer, kimi zaman değip geçen, kimi zaman delip geçen bir siyasetin konusu bir yandan. Ama siyaset biliminde, hukukta ya da felsefede çoğu zaman öznelerden bahsettiğimizde, muhakkak birilerinin dışarıda kaldığı bir şeyden bahsediyoruz. Yani bir kategori olarak özne, ancak başkalarını parantezin dışına, özne olanı parantezin içine alarak kurduğumuz, o özneyi biricik kılacak unsurlarla yarattığımız, buna göre ona hak sahipliği bahşettiğimiz bir şey. Hannah Arendt, bunun eleştirisini muazzam şekilde yapmıştı tabii: Günümüzde hak sahibi olmanın değil, haklara sahip olma hakkının tanınmasının bir mesele olduğunu söyleyerek.[1]  Yani doğuştan sahip olduğumuz haklar idealizminin, öyle çok da okunduğu gibi bir şey olmadığını vurgulamıştı. Sınıflar, sınırlar, farklar, yaralar vardı ve egemenlik yetkisini haiz bir devlet otoritesi, size hak sahibi olmayı bahşetmiyorsa, öyle ezelden getirdiğimiz, tenimize yapışık bir hak sahipliği ile doğmuyorduk kuşkusuz. (Tenin, siyasetin konusundan çok da bağımsız olmadığına başka bir örnek.)

Ranciere’nin bu tartışmayı taşıdığı yer de önemliydi. Çünkü o, hakların öznesinin kim olduğunu sorarken, hakların ölü doğduğundan da bahsetmişti.[2] Herkesin hak öznesi olduğuna dair o tasavvurun, soyut bir kesinlik fikriyle, imkânsız bir doğrulamanın arasındaki boşlukta doğduğunu söylüyordu. Soyut olarak kesin görünen bu bilginin imkânsız sağlaması… Kesin, evrensel ve herkes için geçerli bir hak sahipliği fikrinin hayattaki sağlamasının, cümledeki kadar kolay olmadığı meselesi. Ama öte yandan parantezin içinin ve dışının birbiriyle konuştuğu mecra da var. Yani birilerine öznelik sıfatı verirken onları parantezin içine alıp, diğerlerini o parantezin dışına kabaca ya da itinayla çıkardığınızda, parantezin içinin dışıyla konuşma ihtimalini yok etmiş olmuyorsunuz. Seyla Benhabib bunu yazmıştı, “ötekilerin hakları” bahsiyle: “Hiçbir insan yasadışı değildir.” diyerek. [3]

İnsan hakları, sanırım en çok bu yüzden ele gelir, gözle görünür, dişe dokunur bir şeyleri anlatıyor. Soyut bir mülkiyet hakkından, içeriği belirsiz bir sözleşme özgürlüğünden, teknik bir yaşama hakkından bahsetmekle, bunları bir insan hakları konusu olarak konuşmak arasında bir fark var. Ancak öyle yaptığınızda mülkiyet hakkına dönüp, özel mülkiyetin sınırlarını sorabiliyorsunuz. Ancak bu ihtimalde sözleşme özgürlüğünün bir özgürlük mü yoksa piyasanın dayattığı bir zorunluluk mu olduğunu tartışabiliyorsunuz. Ancak bu şekilde, yaşama hakkının karşısına geçip “Ama nasıl bir yaşam olacak bu?” diye sorabiliyorsunuz. Sahip olduğumuz ya da olmadığımız haklardan hesap sorma hakkını ve yetkisini içerdiği için de insan haklarının o geniş düzlemlerine ihtiyaç duyuyorsunuz tabii. Çünkü bütün bu hakları kendi verili sınırları içinden çıkarıp bir insan hakları meselesi haline getirdiğinizde, salt kişiler arasındaki bir özel hukuk ilişkisinden değil, bir kamusal politikadan ve hak özneliğinden bahsediyor olursunuz. İnsan hakları, insan ilişkilerine, insanın davranışlarına, maruz kaldığına, maruz bıraktığına, devlet ve insan arasındaki o eşitsiz rabıtaya, insan ile piyasalar arasındaki dengesiz ve sömürgen ilişkiye sadece kendilerinden ibaret birer meseleymiş gibi bakmaz. Öyle olduğu için de kamusal bir bakışı, toplumsallığa dair bir sözü, devlet iktidarına edecek iki çift lafı olur tabii. Özel alanlardan kamusal ve politik alanlara doğru ilerleyen hattın üzerinde bir yerlerde o kudretle durur.

Tüm bunları düşündüren, bir soruydu aslında: İnsan hakları, devletin iç işi midir?  Bu soruyu sorduran şey ise, Osman Kavala’nın uzun ve hukuksuz tutukluluğunun sona ermesi ve AİHM kararının uygulanması çağrısında bulunan büyükelçilere verilen hamasi ve milliyetçi ev sahibi cevaplardı. Bu tartışmalarda ev sahipliği de milliyetçi bir hak özneliği olarak kurulmuştu tabii, koskoca bir diplomatik ilişki tarihini ev sahipliği-misafirlik bandına indirgeyen o dilin, öteki’ye bakışını ifşa etmişti.   Elçilerin “istenmeyen insan” ilan edilmesinden Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğine kadar giden çetrefil ve ölü doğan bir tartışma tabii bu. Büyükelçilere verilen cevapta “iç işlerimize karışma” denildi. Ardından büyükelçiler de devlerin iç işlerine saygılı olduklarını söyledi. Bunu bir geri adım olarak okuyanlar da var ama öte taraftan, o cevapta açığa çıkan bir başka hakikat var: İnsan hakları, devletlerin iç işi değildir. Hem de uzun zamandır yani İkinci Dünya Savaşı’ndan beri değildir. Öyle olduğu için de uluslararası mahkemeler kurulmuş, onların yargı yetkisi kabul edilmiş, kararları bugüne dek icra edilmiştir. Büyükelçilerin açıklaması hâlâ orada dururken, kimse açıklamadan feragat etmemişken yapılan “iç işlerine saygılıyız” vurgusunu, biraz buradan okumak da mümkün. O açıklamadan, büyükelçilerin geri adım attığı sonucu mu çıkar, yoksa hâlâ arkasında durdukları bir çağrı söz konusuyken, “iç işlerinize saygılıyız” cümlesinin devamı “ama insan hakları, ülkelerin iç işlerine terk edilemez. İnsan haklarıyla meşgul olmak, iç işlerinize saygının gereğidir.” olarak mı gelir?

30 Kasım’da Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Kavala kararının uygulanması için toplanacak. Bu toplantıda, Türkiye’nin AİHM kararını uygulamaması Sözleşme’nin 46. maddesi esas alınarak üye ülkelerin 3’te 2’sinin alacağı bir kararla AİHM’e intikal ettirilebilir. Türkiye, Avrupa Konseyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarının İcrası Dairesi Başkanı Clare Ovey’e bir mektup gönderdi. “Kavala davasının bağımsız Türk mahkemeleri tarafından görüldüğü ve yargıya kimsenin talimat vermesinin mümkün olmadığı” söylendi. Tüm bunlar olurken Hakimler ve Savcılar Kurulu’nın bir üyesi, “TBMM tarafından seçilmiş olduğum HSK üyeliği görevimden Genel Başkan'ımız Sayın Devlet Bahçeli ile yaptığımız istişare sonucu istifa etmiş bulunmaktayım,” demişti.

Tam da bu yüzden insan haklarını, devletlerin iç işine terk etmek, insan haklarını savunmasız bırakmaktır. İnsan hakları, devletin iç işi değil, parantezin içine alınmış ve dışında bırakılmış hepimizin güvencesidir.


[1] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları, İletişim Yay.

[2] Jacques Ranciere, Who is the subject of the rights of man?, South Atlantic Quarterly, 2004, 103.

[3] Seyla Benhabib, Ötekilerin Hakları: Yabancılar, Yerliler, Vatandaşlar, İletişim Yay., Mart 2018.