Sol politika, insanların “özgür ve eşit” yaşadığı bir dünya düzeni vaat eder. İnsanlar hem özgür, hem de eşit olabilmeli, onlara bu imkanları kazandıran düzen de büyük zorluklara düşmeden kendini yeniden üretebilmelidir. Yani aynı zamanda “etkili” bir düzen olmalıdır. Bu, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Nitekim denendi ve aradan geçen bunca yıldan (ve bunca çarpıcı olaydan) sonra, bugün dünyanın durumuna baktığımızda solun tarihinin pek parlak geçmediğini görüyoruz.
“Eşitlik” zor çünkü insanlar eşit doğmuyor. Doğan her çocuğun aynı maddi imkanlar ortamına doğmadığını söylemiyorum. Bu böyle ve şüphesiz böyle olması önemli. Ama insanlar sadece “aile serveti” değil, sonuçta “DNA” düzeyinde de eşit doğmuyor. Ve herkes Tolstoy okuyup Brahms dinleyerek yaşamıyor çünkü öyle yaşamaktan hoşlanmıyor. Dünyada dâhiler var, yığınla akıl fukarası da var. Maddi düzeyde daha adil davranabilsek, insanların bu gibi alanlarda da daha gelişkin olabilmesinin yolunu genişletebiliriz — ama bir yere kadar.
Bazı alanlarda eşitlik daha erişilebilir kılınabilir. En başta akla “hukuk” geliyor. Örneğin yasa, herkesin karşısında eşit olmalı. İyi, ama herkes yasa karşısında eşit değil. Her gün bunun bir yığın örneğini gözlemleyebiliriz. Ama gereği gibi uygulandığını da gözlemleyebiliriz. İçinde yer aldığı topluluğun demokratik geleneğine, terbiyesine göre değişebilen dereceleri var.
Sosyalist bir rejim gelirleri eşitlemek konusunda da bugün olduğundan daha etkili davranabilir. Rusya’da sosyalizm bir devrimle kurulduğu için Bolşevikler bu gibi konularda daha radikal bir yol tutturmuş ve herkesin işvereninin devlet olduğu bir düzende insanlar arasındaki gelir farklarını azaltmıştı. Ama bu ne kadar sürdü, bilmiyorum. “Katkısı kadar, ihtiyacı kadar” v.b. tartışmaları sürdü ama aranın yeniden açıldığını tahmin ediyorum. Gene de, ne olursa olsun, kapitalist ülkelerdeki kadar büyük farklar oluşmadığını sanıyorum. Bu “sosyalizm” biçiminde ayrıcalıklar da daha az “nakdi” idi herhalde.
Ama “eşitlikçi bir toplum” oluşturmakta Sovyetler, Çin, Küba ve geri kalan sosyalist ülkeler herhalde “özgür bir toplum” oluşturmaktaki “başarılarının” ötesine geçmişlerdir. Bu da bir marifet değil çünkü bu alanda “başarı” diye bir şeyden söz etmenin pek imkanı yok.
Böyle olmasının nihai açıklaması, bence, daha önce de bu yazılarda tartıştığım gibi, sosyalistlerin “öğreti” konusunu ele alma tarzlarına bağlı. Elde “Marksizm” gibi gerçekten dahiyane bir teori var. Bu, bir yandan toplumda ne olduğunu daha iyi kavramamızı sağlıyor, hem de gelecekte nasıl bir toplumda yaşamamızın iyi olacağına dair imrendirici bir hedef gösteriyor. “Sosyalist toplum” olmuş sosyo-ekonomik formasyonlar, bunu Marksizm düşüncesi sayesinde başardıklarına kesinlikle inanıyorlar. Böyle olması, bundan böyle ne yapmaları gerektiğini de gösteriyor. Bunun öyle tartışılmasına falan gerek yok. “Tartışacağız” diye vakit kaybetmenin de anlamı yok. Bir an önce harekete geçmek ve sosyalist toplumu kurmak gerek. “Marksizm'i” tartışmak değil, “iyi öğrenmek” durumundayız. Bunu başarmış olanlar zaten “parti” üyeleri. Ülke, onların emin ellerinde, sosyalizme yönelecek. Mesele çıkaran olursa, o da susturulacak.
İyi de, “susturmak” deyince, sosyalizmin öbür “onsuz olmaz”ı, “özgürlük” ne olacak? Bunu soran da çıkacaktır herhalde.
“Bak, yoldaş, herkes özgür olacak, elbette. Ama senin anlaman gereken bazı şeyler var. ‘Özgürlük’ deyince, aklına burjuva liberalizminin soyut ve saçma sapan özgürlüğü gelmesin. Biz bütün insanlığı yeniden tanımlıyoruz. Özgürlük sosyalizme ulaştığımız zaman özgürlük olur. Sosyalizme ulaşmak için yapılanları olur olmaz eleştirmek özgürlük değildir. Buna ‘bozgunculuk’ denir, ‘anarşizm’ denir.”
Bu yazdıklarımı söyleyen birini örnek olarak gösteremem, ama bu sözlerin üç aşağı beş yukarı benzerlerinin binlerce kere söylendiğinden hiç şüphem yok.
O hayali konuşmada “liberalizm” terimini geçirdim. Onun da milyon kere telin edildiğinden şüphem yok. “Liberalizm” hem bir siyaset, hem de bir ekonomi terimi. Elbette ki bu iki kullanım birbiriyle ilgisiz değil. Ama aynı şey de değil. Özellikle “ekonomik” kullanımı Marksizm’in bir numaralı muarızı, düşmanı. Marx, burjuva düzeninin ikiyüzlülüğü bağlamında siyasi liberalizmle de tartışmış, kavga vermiştir; ama Marx sınıflı toplum içinde yaşamış ve sınıflı toplumu, sınıfların varlığını savunmuş bütün düşünürlerle kavga etti. Marksistler de bu kavgayı büyüterek devam ettirdiler.
Nitekim Marx’tan da sonra Marksizm’in liberalizmle kavgası iyice bir kan davasına dönüştü. Türkiye gibi toplumlarda orta yerde “Marksizm” gibi bir ideoloji sözkonusu olmasa da egemen düşünce tarzının liberalizmi sindiremeyeceği belli bir şey. Bu düşünce tarzı merkeziyetçidir, otoriterdir, bir işi başarmanın en iyi yolunun “yukarıdan aşağıya” işleyecek bir mekanizma ile gerçekleşeceğinden şüphesi yoktur. Bilgi ve düşünce ile ilişkisi (Marksizm, liberalizm v.b. ideolojiler olsun ya da olmasın) temelde dogmatiktir — tabii bu gibi özelliklere sahip olan, bir tek Türkiye değil, dünya ülkelerinin birçoğunda benzer eğilimler görürüz. Marx’ın kehanetlerinin tutmadığı bir konu, malum, sosyalizmin, ileri kapitalist toplumlarda seçilecek sistem olmasıydı. Bunlar aynı zamanda demokraside ileri gitmiş toplumlardı. Bildikleri demokrasinin “liberal kökenli” olup olmaması da çok önemli değildi, çünkü buradan “demokratik sosyalizme” geçmek zor olmazdı. Ama tarih böyle oluşmadı ve sosyalizm mücadelesini kazanan toplumlar demokratik gelenekleri ve kültürleri görece gelişmemiş toplumlar oldular. Onların kuracakları sosyalist sistemin demokratik olma şansı da yok gibiydi (gerçek tarihte izlediğimiz gibi).
Sonuç olarak sosyalist toplumlarda “özgürlük”, “eşitlik” kadar da başarılı olmadı. Bu da yığınla çelişkiye yol açtı. Örneğin, sosyalizm üretici güçlerin önünü açacak ve müthiş bir teknoloji yaratacaktı. Bu olmadı ama “sanayi casusluğu” dediğimiz etkinlik büyük bir gelişme gösterdi.
Neyse, bunları uzatmayayım. Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şeyi bir cümlede tekrarlayıp keseyim: Sosyalizmin liberalizmin her türlüsüne açtığı savaş öncelikle kendisi açısından olumlu sonuç getirmemiştir; onun için bundan böyle varlığını devam ettirmesi için sorunlara liberal yaklaşımı ihmal etmemelidir.