"Ben Bir Başkasıdır"
Erdoğan Özmen

Psikanalitik teoriye göre bütün semptomlar esasında iyileşme girişimidir. İlk bakışta ızdırabımızın kaynağı gibi görünen fobi, obsesyon ya da konversiyon semptomları, ya da unutkanlık, sakarlık, dil sürçmesi gibi bilinçdışı oluşumları, ya da tekrar edip durduğumuz bazı ilişki örüntüleri belli bir anlamda önceki iyiliği ve sağlığı geri kazanma hamleleridir. Her semptom bir temsilin/tasarımın aracılığı ve yardımıyla kaybedilmiş olan ruhsal hakimiyeti yeniden tesis etmenin aracı ve vesilesidir. Bir temsil/tasarım söz konusu olduğu ölçüde de demek ki, her semptom Öteki ile ilişki içinde oluşur. Demek ki semptom asıl olarak, Ötekinin sağladığı gösterenler/sözcükler sayesinde oluşur ve onların düzenine aittir: Özneyi edilgen bir konuma hapseden, teslim alan ve güçsüz bırakan kökensel/travmatik anksiyeteye Öteki (hem somut ötekiler hem de onların sağladığı gösterenler/sözcükler anlamındaki Öteki) sayesinde hükmetme, o ham anksiyeteyi bir anlam/temsille birleştirme ve böylece zaptetme ve ona karşı bir savunma oluştuma çabasının ete kemiğe bürünmesidir. Bu aynı zamanda ve her bir aşamada ruhsallığımıza/kimliğimize yeni katmanların eklenmesi, öznenin tezahür etmesi ve mütemadiyen ilerleyen ve genişleyen oluşma sürecidir. Demek, daima ötekini bekler, ötekinin yolunu gözleriz. Kendi yolculuğumuzu sürdürmenin, bir bakıma kendimizi var etmenin koşuludur Öteki. İnsana ilişkin en büyük muammadır bu: Ötekiden yola çıkarak, ötekini dolanarak varırız kendimize. Çünkü var olmak, bir bakıma bir anlam alanında ortaya çıkmak, bu temel ilişki sayesinde vücuda gelmektir.       

Lacan’ın “ayna evresi” teorisine göre, ego başlangıçta böyle, çocuğun dışsal bir imge ile özdeşleşmesi sayesinde oluşur. Sadece bununla sınırlı değildir söz konusu özdeşleşme. Aynı zamanda ötekinin, çocuğun acısını, çaresizlik içinde bir başına kalmışlığını temsil eden/yansıtan ve kuşatan/içeren, demek o acı ve muhtaçlığı yumuşatan, aşılabileceği bir kıvam ve biçime sokan müdahaleleri ve sözcükleri ile özdeşleşme, onları içimize almadır. Söz konusu dışsal imge/ayna imgesi ile özdeşleşme, çocuğun dağınık ve kaotik, bütünlükten ve tutarlılıktan yoksun, korkutucu deneyimlerini bir araya getirip birleştirerek, kendi bedeni üzerinde bir egemenlik kurmasının payandası ve bağı haline gelir. Bir bakıma, ego kendi dışında, demek yalnızca kendinden ibaret, kendini içeren bir birlik ve özdeşliğin dışında zuhur eder. Bir de edebiyatın sözcüklerine başvurarak ifade edelim:

“Herhangi bir kimsenin bize karşı -bizi seviyor diye, yani kendi kendine, geçici olarak bizi sevmeyi kararlaştırdı, sonra da bize bildirdi diye- başkalarına davrandığını gördüğümüzden farklı biçimde davranacağını düşünmek bana hep safderunluğun dik alası olarak görünmüştür, sanki ötekinin kendi başına verdiği ve bildirdiği kararın hemen ardından biz de başkaları olmaya yazgılı değilmişiz gibi, sanki gerçekte kendi kendimiz olduktan başka, aynı zamanda başkaları da değilmişiz gibi.”[1]

Demek insanın, “anda kal ve anı yaşa” türü safsatalara itibar etmeyerek gelecek zaman kipinde yaşamasının, önüne mütemadiyen kendini gerçekleştirme idealini yerleştirmesinin, “umut ilkesi”ni kendine rehber seçmesinin, pragmatik/pratik mecburiyetler ötesinde  varoluşsal/yapısal bir gerekçesi ve zemini vardır. Daima, tekrar tekrar geleceğe dönmek kaderimizdir. Verili kendilik ya da kendi olmak diye bir şey hiç yoktur ya da her an sürekli yeniden alt üst olan, daima oluş halinde bir kendiliğe sahibizdir.

Semptomu bastırılmış olanın geri dönüşü olarak kavradığımız durumda da aynı meseleyi arşınlıyoruzdur: Bastırılmış olan geçmişten değil gelecekten geri döner ve bu geri dönüş, demek bastırılmış olanın kendi için bir yer ve biçim edinerek zuhur etmesi öteki ile kurulan özgün bir ilişki (aktarım ilişkisi) sayesindedir:

“Bu yüzden “Bastırılmış olan nereden geri döner?” Sorusuna Lacan’ın verdiği cevap, paradoksal olarak, “Gelecekten”dir. Semptomlar anlamsız izlerdir, anlamları geçmişin gizli derinliğinden çıkartılmaz, keşfedilmez, geri dönüşlü biçimde inşa edilir -hakikati, yani semptomlara simgesel yerlerini ve anlamlarını veren anlamlandırıcı çerçeveyi analiz üretir. Simgesel düzene girer girmez, geçmiş her zaman tarihsel gelenek biçiminde mevcuttur ve bu izlerin anlamı verili değildir; gösterenin ağının geçirdiği dönüşümlerle birlikte sürekli değişir. Her tarihsel kopuş, yeni bir ana-gösterenin her ortaya çıkışı, bütün geleneklerin anlamını geri dönüşlü biçimde değiştirir, geçmişin anlatımını yeniden yapılandırır, yeni, bir başka biçimde okunabilir hale getirir.”[2]    

Günümüzde psikoloji/psikiyatri alanına egemen olan bütün anlayış ve ekollerin benzer bir varsayımı paylaştığından söz ediyorduk aslında. Hatta bazı psikanaliz yorumlarının da aynı varsayımı benimsemekte hiçbir beis görmediğinden. Bireyi ve zihni tam bir yalıtılmışlık içinde, onların varlık sebebi olan ilişki ve bağlardan kopuk bir biçimde tasvir eden bu varsayımın fenalıklarından ve yaygınlığının sebeplerinden… Buradan devam etmek üzere.       


[1] Javier Marias, Tüm Ruhlar, (çev. Neyyire Gül Işık), YKY, 2020, s. 25.

[2] Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev. Tuncay Birkan, Metis, 2002, s. 70-1.