Günümüz Otokrasilerinin Yumuşak Karnı
Ahmet İnsel

“Otokratikleşme viral bir hal aldı!”. Varieties of Democracy (V-Dem) Enstitüsü'nün 2021 yılında dünyada demokrasinin durumunu değerlendirdiği raporunun bu başlığı, bir yıl önceki raporunun “Otokratikleşme yoğunlaşıyor-direniş gelişiyor” şeklindeki başlığından daha karamsar. V-Dem’in değerlendirmesine göre, otokrasi rejimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerde yaşayan nüfus, 2020’de dünya nüfusunun %68’ini  oluşturuyor. Bu oran 2010’da %48 imiş. Daha önemlisi otokratikleşme yolunda ilerleyen ülkelerde yaşayan nüfusun oranındaki artış: 2010’da dünya nüfusunun %6’sı iken, bu oran 2020’de %34’e ulaşmış.[1] Türkiye de bu grup içinde en ön sırada yer alıyor. Freedom House’un “Abluka altında demokrasi” başlığıyla yayınladığı 2021 raporu da, ülkeleri özgür, kısmen özgür ve özgür olmayanlar olarak üç grupta toplarken, 2005’ten günümüze özgürlüğün olmadığı ülkeler grubundaki ülke sayısının 45’ten 54’e yükseldiğini gösteriyor. Kısmen özgür ülke grubunda sayı son on beş yılda hemen hiç değişmezken (58’den 59’a çıkmış), özgür ülke grubu ise küçülmüş. 89 ülkeden 82 ülkeye inmiş.[2]

V-Dem araştırmacılarının esas dikkatimizi çektiği husus, “seçimli otokrasiler” olarak tanımlanan yeni siyasal rejim türünün demokrasinin hukuken veya fiilen yürürlükte olmadığı ülkeler grubu içinde hızla yayılması. Bunu dünyadaki siyasal gelişmeleri izleyen tüm gözlemciler de dile getiriyor. 1,3 milyar insanın yaşadığı Hindistan’ın Modi hükümeti yönetiminde dinci-milliyetçi bir otokrasiye evrilmesi ama seçimlerin yürürlükte kalması ve bazı eyaletlerde Modi’nin partisinin seçimleri kaybetmesiyle, seçimli otokrasi rejimi altında yaşayan dünya nüfusunda ciddi bir artış gerçekleşti. G20 üyesi ülkeler arasında Hindistan’ın yanında Brezilya, Türkiye gibi farklı yoğunlukta otokrasi rejiminin hüküm sürdüğü ülkeler var. ABD’de de, Trump yönetimi altında otokratikleşme eğiliminin güçlü olarak görüldüğü ülkeler arasına girmişti.

On yıl önce, G20 içinde seçimli veya seçimsiz otokrasi olarak tanımlanan yalnız üç ülke, Çin, Rusya ve Suudi Arabistan vardı. Bugün ise Çin ve Hindistan’ın nüfus ağırlığı nedeniyle, G20 üyesi 19 ülke arasında demokratik ilkelerin en azından belli başlılarının geçerli olduğu ülkelerde yaşayan nüfus azınlıkta kalıyor. Çin ve Hindistan’a, Rusya, Brezilya ve Türkiye’yi ekleyince durum daha vahim bir hal alıyor. Liberal demokrasi olarak tanımlanan ülke sayısı ise haliyle azalıyor. V-Dem’in kriterlerine göre, son on yılda bu sayı 41’den 32’ye inmiş ve dünya nüfusunun sadece %14’ünü kapsıyor. Macaristan örneğiyle, Avrupa Birliği üyesi bir otokrasi bile artık var!  

Daha yakın bir tarihi ele alırsak, 2015’ten günümüze demokrasi kriterleri açısından gerileme yaşayan ülke sayısının demokratikleşen ülke sayısının epey üzerinde olduğu görülüyor. Bu gelişme “otokratikleşme çağı” olarak nitelendiriliyor. Bunu bir çağ olarak tanımlamaktan ziyade devre olarak nitelendirmek sanırım daha doğru. Çünkü ilk defa yaşanan bir gelişme değil bu. Daha önce, 1920’lerden 2. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar büyük çaplı bir diktatörlük, otokrasi veya despotik rejimlerin yerleşmesi ve yayılması dönemi yaşandı. 1960’lardan sonra da, özellikle art arda gelen askeri darbelerle 1980’lerin ortasına kadar devam eden bir anti-demokrasi dönemine şahit olduk. Ama bu ikinci dalga sırasında, birçok başka ülkede de demokratikleşme hamleleri gerçekleşiyordu. 1990’ların sonunda başlayan ve 2000’lerin sonunda hızlanan otokrasi dalgasını bu açıdan üçüncü dalga olarak ele almak mümkün. Bunu V-Dem projesini Gothenburg Üniversitesi'nde yürüten iki araştırmacı dile getiriyor.[3] Aynı zamanda, bu üçüncü dalgada, diğerlerinden farklı olarak, genellikle seçimlerin yürürlükte olduğu otokrasilerin ağırlıkta olduğunu belirtiyorlar.

Son yirmi yılda dünya nüfusu içinde yayılan, antidemokrasi olarak tanımlayabileceğimiz eğilimin,[4] liberal olmayan (illiberal) demokrasi, seçimli otoriterlik, otoriter demokrasi, otokrasi, despotizm, post-demokrasi vb. çeşitli isimler altında nitelenmesi, sonuçta hemen hepsinin aynı şeyi farklı açılardan ele aldığını unutturmamalı. Elbette her ülkenin siyasal tarihi, toplumsal yapısı, sosyal sınıf yapısı ve ilişkileri, coğrafi konumu gibi etmenlerin getirdiği uygulama farkları, bu anti-demokrasilerin geniş bir yelpaze içinde yer almalarına yol açıyor. Diğer taraftan, liberal demokrasilerin kendi içlerinde taşıdıkları, eşitlik ve özgürlük kriterleri açısından anti-demokratik nitelikleri, sosyal sınıf ve zümre tahakkümünü de küçümsememek, bir kenara bırakmamak gerekiyor; çünkü çoğu yerde ciddi bir halk desteğine sahip otoriter popülist meydan okumalar, liberal demokrasilerde madalyonun arka yüzünü oluşturan ve demokrasi idealiyle çelişen bu yerleşik uygulamalardan kaynaklanıyor. Popülizmler, hem demokrasi içinden gelen hem de demokrasiye karşı olan, meydan okuyan siyasal-toplumsal hareketler.

Sonuçta bu yeni anti-demokrasi oluşumlarına ne ad verilirse verilsin, Çin’de veya Vietnam’da yürürlükte olan, Kuzey Kore’de karikatür derecesine varan örneğini gördüğümüz tek parti diktatörlüklerinden veya silahlı kalkışma sonucunda darbeyle iktidarı ele geçiren, çoğu zaman askeri darbelerle oluşan diktatörlüklerden farklı olarak, son yirmi yılda yaygınlaşan otokrasilerin iktidara gelişi demokratik kriterlere göre meşru olarak tanımlanması gereken seçimler aracılığıyla gerçekleşti. Dolayısıyla iktidarı ele geçiren otokrasiler, diktatörlükler değil, iktidara geldikten sonra zaman içinde otokrasiye doğru evrilen iktidarlar söz konusu. Almanya’da Nazi Parti’sinin iktidara gelirken başvurduğu ama sonra tamamen yürürlükten kaldırdığı serbest seçimlerin, bu yeni otokrasilerde yürürlükte kalıyor olması üzerinde durulması gereken bir özellik.

Günümüz otoriter veya otokratik rejimlerinin tipik örneklerini Macaristan’da Orbán, Türkiye’de Erdoğan, Hindistan’da Modi yönetimleri oluşturuyor. Bu ülkelerde seçimler Rusya’da Putinizm'in düzenlediği seçim parodisinden farklılar. Zaten Rusya’nın son gelişmeler ışığında seçimli otokrasi kategorisinde değil, açık diktatörlük olarak değerlendirilmesi gerektiği görüşü yaygınlık kazanıyor. Belarus ise ayan beyan bir diktatörlük. Buna karşılık, Orbán on bir yıldır iktidarda ve üst üste üçüncü kez seçildi. Modi 2014’ten beri iktidarda, 2019’da yeniden seçimleri kazandı. Erdoğan malum. Ama aynı zamanda bu üç liderin de önümüzdeki seçimlerde kazanma ve kaybetme ihtimali şimdilik başa baş görünüyor. Üç lider de geçtiğimiz son üç yılda yapılan yerel seçimlerde dikkat çeken bir yenilgi aldılar. Macaristan ve Türkiye’de belli başlı büyük kentlerin yönetimi, tek aday etrafında birleşen muhalefete geçti. Mayıs 2021’deki eyalet seçimleri Modi için ciddi bir hezimet getirdi. Brezilya’da ise, neo-faşist Bolsonaro’nun 2022’de ikinci defa seçilmeme ihtimali çok güçlü. Aynı şeyi örneğin Putin Rusya’sında tahayyül etmek, Moskova veya St. Petersburg belediye başkanlıklarının muhalefetin denetimine geçtiğini veya 2036’a kadar iktidarda kalmasını sağlayacak değişikliklerden sonra Putin’in gelecek seçimleri kaybetmesini beklemek şimdilik mümkün değil.

Seçimli otokrasilerde seçimler elbette eşit koşullarda yapılmıyor. Muhalefetin seçim kampanyası olanakları kısıtlandığı gibi, iktidar elindeki büyük kamu imkanlarını fütursuz biçimde kullanıyor. Basının çok büyük bölümünü kontrol altında tutuyor. Sosyal medyada sahtelik ve yalan üretiminden geri kalmayıp, ayrıca Türkiye’de olduğu gibi yoğun bir cezai takibat politikası yürütüyor. Dinî milliyetçi kimliği körükleyip, yargıyı tepeden aşağıya doğru kontrol edip, seçimlerin bağımlı bir yargı tarafından denetlenmesini sağlayacak önlemleri almaktan geri kalmıyor. Buna karşılık bu liderler seçimlerde çıkar, ideolojik aidiyet, alışkanlık, değişimden endişe, lider kültü, muhalefete güvensizlik gibi nedenlerden ötürü göreli güçlü bir seçmen desteğini almaya devam ediyorlar.

Bu liderler, Belarus’ta başkanlık seçiminde ilan edilen %80 gibi afakî oy oranlarıyla iktidarda kalmak yerine genel seçimlerde gerçekten %40 ila %50 arasında oy alıyorlar. Ve bu ülkelerdeki son yerel seçimlerin gösterdiği gibi, muhalefetin bu otokratik iktidara seçim yoluyla, barışçıl biçimde son verebilmesinin yegâne yolu, güçlü bir seçim ittifakı altında birleşmekten geçiyor. Yerel seçimlerde etkili sonuçları görülen bu siyasal taktiğin, genel seçimlerde de sonuç verdiği ilk yakın örnek, geçtiğimiz Ekim ayında Çek Cumhuriyeti'nde popülist milyarder Andrej Babiš’in başında olduğu ittifakın meclis çoğunluğunu, birleşik muhalefet karşısında kaybetmesi oldu. Gerçi Babiš’in kendi partisi çok az oy kaybetti, ama müttefiki Komünist ve Sosyal-Demokrat partilerin büyük oy kaybı yaşayıp, ilk defa barajın altında kalmaları sonucunda, meclis çoğunluğu Babiš’e karşı seçim sonrası ittifak yapacaklarını seçim öncesinden ilan eden iki muhalefet ittifakına geçti.

Macaristan’da da 2022 ilkbaharında yapılacak seçimlerde sağdan sola geniş bir yelpazede yer alan altı parti tek bir başbakan adayı etrafında birleşmeye karar verdi. Altı yüz bin kişinin katıldığı ön seçimde, eski bir Fidesz üyesi olan, son yerel seçimlerde küçük bir kentin belediye başkanlığını Fidesz’e karşı kazanan demokrat-muhafazakâr Peter Márki-Zay, ikinci turda sol adaya karşı seçildi. Ön seçime katılan bütün aday ve partiler, bu sonucu kabul edip, ilk hedeflerinin otokratik Orbán iktidarına son vermek olduğunu ilan ettiler. Kamuoyu yoklamalarında Fidesz ve müttefikleri ile birleşik muhalefet şimdilik başa baş görünüyor. Ön seçimin birinci turunda üçüncü gelen ve son yerel seçimde Budapeşte belediye başkanlığını kazanan Yeşiller üyesi sol eğilimli Gergely Karásony, ön seçimin ilk turunu birinci bitiren Sosyalist Parti'nin kadın adayı lehine değil, ikinci gelen Márki-Zay lehine seçim yarışından çekilmesinin gerekçesini şöyle açıklamıştı: “Siyasal gerçeği kabul etmeliyiz. Sağ popülistleri yenebilecek olanlar liberaller veya Yeşiller değildir. Macaristan’da çoğunluğu bu partiler oluşturmuyor. Önemli olan Orbán’ı yenebilecek bir aday bulmak.”

Benzer bir durum Polonya için de geçerli. Muhalefet güçlerinin seçimlere birbirine rakip olarak girmesinin, iktidar gücünü ve imkanlarını elinde tutan otoriter milliyetçi-muhafazakâr parti ve otokratik lideri seçimde yenme olanağını ortadan kaldırdığını herkes deneyerek öğreniyor. Darbeyle iktidarı alan veya iktidarı aldıktan sonra açık bir diktatörlük ilan eden güçlerden farklı olarak, günümüzün seçimli otokrasileri demokratik kurum ve kuralları tedrici biçimde devreden çıkardıkları için, muhalefetin bu gidişatı belli koşullar altında seçimler yoluyla durdurma olanağı bütünüyle ortadan kalkmıyor.

Polonya, Çek Cumhuriyeti veya Macaristan gibi ülkelerde otoriter iktidarlar toplumda var olan dini veya etnik fay hatları üzerinde yükselmedikleri için, muhalefetteki siyasal hareketlerin yan yana gelmeleri daha kolay. Buna karşılık, Hindistan’da dini bölünme, Türkiye’de ise hem etnik hem mezhepsel toplumsal yarılmalar nedeniyle, muhalefetlerin tek çatı altında birleşmesi daha zor. Muhalefetin üstesinden gelemediği, kendi milliyetçi saplantıları nedeniyle aşamadığı bu kimlik çatışmaları, iktidardaki otokrat gücün önde gelen siyasal avantajlarından birini oluşturuyor. Bu durumda muhalefetin yürürlükteki seçim sistemlerine uygun esnek, farklı ittifaklar gerçekleştirmesi gerekiyor. Nispi temsil sisteminin yürürlükte olduğu seçimlerle, tek bir kişinin seçildiği başkanlık seçimleri için yapılacak seçim öncesi ittifakların bu durumda farklı olması gerekebiliyor.    

Otokratik yönetimlerin iktidarda kalma süresi uzadıkça muhalefetin seçimlerde başarı kazanması koşulları da bir o kadar zorlaşıyor. Ama diğer yandan, otokratik iktidar da yolsuzluk, basiret kaybı ve kötü yönetim, aşırı baskı, yandaşçılık, iktidar kibri ve baş dönmesi, uzun süren iktidardan bıkkınlık gibi etmenlerin giderek birikmesiyle, seçmen desteğini belli ölçüde kaybediyor. Bunu özellikle Hindistan, Türkiye, Macaristan örneklerinde görüyoruz. Ama sadece bu üç ülkede değil, dünyanın farklı ülkelerinde merkezinde demokrasi talebi olan hareketler de son yılda artıyor. 2009’da ülkelerin %27’sinde demokrasi talepli önemli hareketler görülmüşken, 2019’da bu sayı 44’e yükselmiş. Bir kısmının başarıyla sonuçlandığını da, ABD’de Trump’ın tüm “alternatif-hakikat” politikasına rağmen, önemli bir farkla seçimi kaybedip, ayakları geri geri giderek iktidarı terk etmek zorunda bırakılışını yabana atmamak gerekiyor. Polonya’da, Brezilya’da, Sudan’da, Tunus’ta, Ceazayir’de, Hong-Kong’da ve daha birçok ülkede demokrasi talebi merkezli toplumsal hareketler, her yerde olmasa da, bazı yerlerde başarılı olabiliyor.

Seçimli otokrasilerin yumuşak karnını doğal olarak seçim kazanma gereği oluşturuyor. Şahıs veya tek parti diktatörlüklerinde, açık despotik rejimlerde iktidarların baş etmek zorunda olmadığı bir şart bu. İktisadi liberalizmin günümüzdeki Frankeyştayn’ı olan neoliberal politikalar toplumsal olanı, müşterekleri, piyasa dışında kalanı aşındırıp, tahrip ederken hem bu politikaların aktörü olup hem de bundan doğan şikayetlerin tellallığını ustaca yapan günümüz popülist otokratlarına karşı mücadelenin ilk adımı, otokratın ve partisinin iktidarı kaybetmesidir. Bunun gerçekleşmesi için olmazsa olmaz birinci koşul farklı muhalif oluşum ve hareketlerin bu amaç etrafında birleşmesidir. Bunu izleyen ikinci koşul, otokrasi öncesinin topal demokrasisine dönüş değil, otokrasiye yeniden dönüş kapısını iyice kapayarak, otokrasiden kurtuluşun tamamlayıcısı olacak ve otokratik rejimin yarattığı büyük yıkım ve aşınmayı göğüsleyecek bir kuruluş hareketinin tesis edilmesidir. Sinik, hırçın ve kibirli bir muhalefete değil, yeniden kuruluşa yön verecek sakin ama kararlı, otokratın kaybetmesini ve otokrasi sonrasını eşzamanlı olarak düşünürken, bunun önceliklerini serinkanlılıkla değerlendiren bir kurtuluş ve kuruluş tahayyülüne her yerde ihtiyaç var.


[1] V-Dem’in iki raporuna ulaşmak için: https://www.v-dem.net/en/

[2] https://freedomhouse.org/report/freedom-world/2021/democracy-under-siege

[3] A. Lührmann ve S.I. Lindberg, “A third wave of autocratization is here: what is new about it?”, Democratization, vol. 26, sayı 7, 2019.

[4] Bu kavram ışığında Rusya, İran ve Türkiye’yi ele alan bir inceleme için bkz. Hamit Bozarslan, L’anti-démocratie au XXIème siècle, Paris: CNRS Editions, 2021.