Yüksel Taşkın geçenlerde bir söyleşisinde hoşgörü yerine “eş-görü” demeyi önermişti.[1] Hoşgörü, çoğunluğun azınlığa veya güçlünün güçsüze tahammül gösterdiği bir lütuf ilişkisini tanımlıyordu zira.
Hoşgörüye en hoşgörüsüz olanlardan biri, Goethe’ydi: “Tahammül etmek, hakaret etmektir!” demiş. Batı dillerindeki karşılığı olan tolerance kelimesi Latince katlanmaktan, tahammül etmekten geliyor, hoşgörünün. Etkileşime elveren, eşit bir ilişkiyi imâ etmediği kesin. Kibre dönmeye meyyaldir. Varlığını tanımanın ama onu aşağı veya kötü veya yaban veya alış verişe girilemeyecek kadar ‘başka’ görmenin ifadesi oluşuyla hoşgörü, sahiden, zımnen âdeta hakaretâmizdir.
Nitekim son on beş yirmi yılda diyalog, uzlaşma, Öteki’ni anlama ve sair adlar takınan temas ve yakınlaşma tecrübelerinde, hoşgörü kelimesinden genellikle kaçınılıyor.
Oysa ‘eskiden.’ 1995’te Unesco’nun deklarasyonu, hoşgörüyü “insan haklarını, çoğulculuğu, demokrasiyi ve hukuk devletini birarada tutan temel taşı” olarak tanımlamıştı. Deklarasyonun yayımlandığı güne, 16 Kasım’a, -yani yarın-, “Dünya Hoşgörü Günü” rütbesi takılmış. İki yılda bir de ödül veriliyor.
Bu yıldönümünün hatırına, hoşgörü üzerine biraz düşünelim. Belki de o kadar hor görmemelidir, hoşgörmek lâzımdır hoşgörüyü. “Azı bilmeyen çoğu hiç bilmez” atasözüne hürmeten…
***
Evveliyatına bakarsak, bir siyasî etik kavramı olarak hoşgörü, din menşelidir. 16. yüzyılda Avrupa’da mezhepler arasındaki ihtilâfı ‘idare etmek’ için gelişti, sonra hukuksallaştı. Avrupa’da oluşmakta olan modern devletler bünyesinde, farklı dinî toplulukları bir arada yaşayabilir hale getirmenin icabı olarak benimsendi.
Aralarında bir karşılıklı tahammül tesisine çalışılanlar, esasen Hıristiyanlığın mezhepleri idi. Zamanla, hoşgörünün ufku genişledi, en azından ona genişletmeye çalışanlar oldu. Jürgen Habermas, bu istidadı anlatırken, 17. yüzyıl filozofu Pierre Bayle’in bir metnini nakleder:
”Türk müftüsünün de canı, tıpkı Papa’nın Hindistan’a gönderdiği gibi, evlerimize dalıp tebliğde bulunmaları için birkaç misyoner yollamayı çekebilir – ve onları cezalandırma salâhiyetine de sahip olmadığımızı düşünüyorum.”
***
O esnada Şark’ta… Hoşgörünün Batı’daki icadından evvel malûm, İslâmiyette –özellikle Osmanlı örneğinde- zaten tatbik edildiğine dair bir övünç söylemi vardır. Devrim Burcu Eğilmez, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hoşgörü Söylemi (İletişim, 2017) kitabında bu söylemin teşrihini yapmıştı. Onun gösterdiği gibi Osmanlı’da hoşgörü, bir yönetim tekniği olarak adaletin bir fonksiyonudur. Hatta neredeyse adaletle eş anlamlı kullanılır. Huzursuzluk çıkmasına mani olmaya, istikrarı temin etmeye, ahaliyi hoş tutmaya dönük, araçsal ve pragmatik bir işlev görür, bir ‘teknik’tir hoşgörü.
Eğilmez, gayrı müslimlere yönelik hoşgörü pratiğini, horgören hoşgörü olarak tanımlar. Koşulludur; sadakate ve tabii haraç veya cizye ödenmesine bağlıdır Zındık addedilenlere, zaten hoşgörü olmaz.
***
Hatırlarsanız, Gülen hareketinin Batı dünyasında zemin bulmasına da katkısı olan işlerinden biri, “Dinler arası diyalog” girişimleri idi. Bu girişimlere sert tepki gösteren İslâmcılar, bu işlere, hak sayılan dinle tahrif edilmiş veya ‘eksik’ dinler arasında, yani kısaca “hakikatler arasında” diyalog olamayacağını söyleyerek karşı çıkıyorlardı. Hak dinle başka itikatlar arasında ancak hoşgörü ilişkisi kurulabilirdi onlara göre. Hoşgörünün eşitsizlik varsayan, katlanmaya-tahammüle dayalı anlamını örnekleyen, ‘dürüst’ bir tepki...
***
Hoşgörüye, katlanmadan, tahammülden, sineye çekmekten daha kapsamlı bir etik-toplumsal içerik kazandırmak isteyenler, tanımı esnetiyorlar. Mesela şöyle: “Genel olarak her türlü farklı varolma veya farklı eyleme biçiminin (farklı görüşler, farklı köken, farklı cinsellik, farklı ahlâk, farklı din…) dokunulmazlığını tanıyarak mevcudiyetine rıza gösterme kabiliyeti…”[2]
***
Siyasî veya etik olmaktan önce, epistemik saikli hoşgörüye, daha rahat müsamaha gösterebiliriz belki. Görüş farklılıklarına dönük entelektüel açıklığa dayalı, en yalın ifadesiyle meraka dayalı hoşgörüden bahsediyorum.
Devamla, hoşgörüyü kademelendirme denemelerine açılabiliriz. Önce, en altta diyelim, pragmatik hoşgörü dedikleri tür var. Bunun temiz işlemesi için ‘oyun kurallarının’ şeffaf olması gerektiğini vurguluyorlar. İkinci kademede, mutabakata dayalı hoşgörü var. Bunun temiz bir ilişki olmasının koşulu, asgarî müşterek niteliğindeki norm ve değerlere sıkı sıkıya bağlı kalınması. En üstte ise, diyalojik hoşgörü konumlandırılıyor; karşılıklı tanımaya açılan bir karşılaşma ve müzakere zemini...[3]
***
Jürgen Habermas’ın hoşgörü üzerine düşüncelerini hatırlayalım.[4] O da hoşgörü ‘müessesesinin,’ hükümranın tahammülüne dayanan bir başlangıca dayandığını bilerek başlar düşünmeye. Spinoza ve Locke’tan itibaren, bu tek taraflı tahammül veya müsamahadan, karşılıklı tanımaya doğru yol alındığını, müsaade anlayışından tanıma ve ‘sayma’ anlayışına varıldığını hatırlatır. Bu yolculuk içinde kavramın ve değerin dinî havzadan çıkıp, bir siyasî erdem niteliği kazandığı kanısındadır.[5]
Habermas’ın bir konuşmasının başlığı, doğru soruyu soruyor bence: “Ne zaman hoşgörülü olmalıyız?” Cevap da, zihin açıklığı getiriyor. Ona göre, ancak reddetmek için haklı sebeplerimizin olduğu kanaatler karşısında, hoşgörü göstermemiz söz konusu olabilir, ‘masaya gelebilir.’ Ortak bir siyasî bir dil yoksa, kurulamadıysa, kurulamıyorsa… Taraflar ihtilâflı bir konuda mutabakata varmayı mümkün görmüyor, bunun yolunu aramayı rasyonel bulmuyorlarsa…
O zaman, düşünüre göre bilişsel düzleminde reddettiğimize, toplumsal etkileşim düzleminde tahammül göstermek kalır geriye. Toplumsal bağları koparmamak, toplumsal ortak zeminin altını oymamak için, son tutamaktır hoşgörü. Bu bakımdan, stratejik bir yordamdır. Habermas, bir çeşit “iddia,” bir meydan okuma olduğunu anlatır hoşgörünün; sancılı, tatsız olabilecek bir tecrübedir
Farkına varılması, ‘akılda kalması’ zor, oysa işin püf noktası sayılabilecek bir yanı da şu, meselenin – Habermas’ın buradaki dikkati beni de uyardı: Hoşgörü, herkesin kendini aynı anda hem hoşgören hem hoşgörülen olarak görebilmesini gerektirir. Hoşgörünün ‘işleyebilmesinin’ zorlu bir koşulu, değil mi? Kendi hakkında eleştirel düşünme kabiliyetini de terbiye edecek, zor bir tecrübe.
Habermas hoşgörünün lüzumunu ve icabını tanımlarken, dönüp dönüp “yanlış hoşgörü”ye karşı ihtarda bulunur. Hoşgörü sınırsız olamaz, olmamalıdır. Tarafların ortak yurttaşlık zeminini, -kendi öncülleriyle, kendi değerlerine tercüme ederek de olabilir-, kabulüne dayanmalıdır. Eşit ve genel haklar bağlamına yerleşmelidir; yoksa rüzgâr değiştiğinde havaya karışacak bir iyi niyet jestinden ibaret olur.
***
Evet, azı bilmeyen çoğu hiç bilmez. Belki hoşgörüyü de hoşgörmeli.
[1] https://t24.com.tr/haber/sessiz-muhafazakar-cogunluk-karsisinda-aktif-azgin-batici-azinlik-soylemi-ulkemiz-gercekligini-aciklayamiyor,977515
[2] Thomas Bauer: Müphemlik Kültürü ve İslâm. Çev. Tanıl Bora. İletişim, İstanbul 2021 (5. baskı), s. 26.
[3] Sabine Hering (der.): Toleranz – Weisheit, Liebe oder Kompromiss? Leske&Budricn, Opladen 2004, s. 203.
[4] “Religiöse Toleranz als Schrittmacher kultureller Rechte,” Zwischen Naturalismus und Religion, Suhrkamp, 2005, s. 258-278
[5] Auch eine Geschichte der Philosophie, Suhrkamp, Frankfurt a. M. 2019, s. 1025 vd. Bu kitabı hatırlattığı için ve akıl-fikir paylaşımı için Özgür Emral Gürel’e teşekkür borçluyum.