“Cadının Yokluğu, Büyüsünü Geçersiz Kılmaz”
Işıl Kurnaz

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları yapılırken, sanırım en çok açığa çıkan şey şuydu: Hukuk, içini politikayla ve siyasi tutumla doldurmadığınızda yani hukukun politik bir pozisyonu olmadığında, kocaman bir boş gösterendi ve teknik bilgiden öteye geçemiyordu. Tarafsızlığın her zaman kast edildiği anlamı taşımadığını, bazı durumlarda tarafsız kalmanın bizatihi kendisinin, ilkelerden ve haklardan yana taraf olmamak anlamına geldiğini gösteriyordu bu. Fatmagül Berktay yakınlarda çıkan kitabı Düşünme Etiği’nin girişinde, “Dünyada Bir Yer Edinmek” başlığıyla yazmıştı benzer bir şeyi: Politik teori serbestliği, düşünme ile eylem arasında daha yakın bir ilişki kurulmasını mümkün kılar.”[1]

Bu sahiden de böyledir, hayata dair politik bir pozisyonu savunmak hünerinden yoksun olduğunuzda, eylediğiniz ve yaptığınız şey her ne ise içeriksiz ve şekilsiz teknik bir usul haline gelir. Hukuktan bahsettiğinizde ama haklar, ama mücadeleler, ama siyasal tutumlar aklınıza gelmiyorsa, konuştuğunuz şey hukuk değil de daha çok alt alta dizilmiş ve birbiriyle bağlantısız görünen birtakım kurallar oluverir. Fatmagül Berktay, bu tavrın, akademik bilgi iktidarı halini aldığında aslında neye yol açtığını da vurgulamıştı. Pierre Bourdieu’nun meslek olarak akademisyenlik ile entelektüel sorumlu olarak akademisyeni ayırırken söylediği de bu değil miydi?[2] Yani politika teorisi, akademisyenlerin yapmaması gerektiği düşünülen bir şeyi sağlıyordu: “Hayata ilişkin bir pozisyonu savunma izni ve sadece onu değil, sorumluluğunu da.” Bu bir tür yaptığımız ve söylediğimiz hiçbir şeyin, sadece bizi ilgilendirmediğini görmektir. Yani dünyada bir yer edinmek… Edindiğiniz ve kurduğunuz, olduğunuz ve oluşturduğunuz, kapladığınız ve kalabalıklaştırdığınız yerin, dünyada bir yer olduğunu bilgisinin bizzat kendisi. Muhakkak ki o yerin çeperindeki ve merkezindeki, içindeki ve dışındaki diğerleriyle beraber.

Bunun İstanbul Sözleşmesi’yle ilgisi, o kadar da dolaylı değil bana sorarsanız. Feminist hareket, tüm politik tutumuyla, heybesindeki siyaset bilgisi, mücadele gücü ve hukuk bilinciyle Sözleşme’nin dünyada edindiği yeri anlatmıştı: “İstanbul Sözleşmesi yaşatır.” demek buydu. Bu hafta, İstanbul Sözleşmesi’ne dair bir Danıştay kararı çıktı. Söz konusu yaşam hakkı olduğunda, kadınların şiddetsiz var olma hakkı dikkate alınmadan yapılan bir hukuk yorumunun, dünyada nasıl da edinecek bir yeri olmadığını gösteriyordu daha çok. Çünkü kadınlar, kadın örgütleri, feminist avukatlar İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını yargıya taşırken, dilekçelerinde yaşam hakkından, otuz altı defa şikâyet edilmesine rağmen bir türlü uzaklaştırılamayan damadı tarafından öldürülen Nahide’den, kadınların hayat hakkının olmayışından bahsediyorlardı. Danıştay kararında bunların hiçbiri yoktu tabii, daha çok olan şey hayattan kopuk ve dünyada bir yer edinme gayretinden yoksun teknik bilgilerdi: "İlgili Cumhurbaşkanı kararının anayasaya aykırı olmadığına, Cumhurbaşkanı Kararnamesi’nin bugüne dek gümrük, ticaret, hayvancılıkla ilgili milletlerarası andlaşmalardan çıkılmasına izin verdiğine…" Danıştay gümrük ve ticaret dedikçe, siz Sözleşmenin ismini söylemek istiyordunuz tabii: Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Tüm teknik değerlendirmeleriyle ve yanlış usuli bilgileriyle Danıştay, kadınların hayatta kalma haklarının nasıl Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile düzenlenebileceğini anlatıyordu. Siz o sırada dünyayı kadınlar için nasıl yaşanabilir ve paylaşılabilir bir yer haline getirebileceğinizi düşünüyordunuz tabii.

Bu tartışmaların başka bir boyutu daha var … Hukuk normu açısından şu doğru, Anayasa’da bile yazar ki temel hak ve hürriyetler, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile düzenlenemez. Üstelik kanun niteliğinde olan, temel haklara ilişkin bir uluslararası sözleşmeden, bu usulle çıkılamaz. Dolayısıyla meselenin hukuk tekniği boyutu, zaten Sözleşme’den bu şekilde çekilmeye izin veren bir yapıda değil. Öte taraftan, sormamız gereken soru şu: Velev ki izin verseydi… Bir yapboz gibi kanunlarla oynamak hiç zor değil. Bu yetkiyi belki bir Anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanı’na ihdas etmek, insan haklarına, kadın haklarına dair tüm usuli güvenceleri terk etmek, bunların hepsi mümkün, hepsi ihtimal dahilinde. O zaman ne yapacaktık? Yani yapılması gereken şey, bunun teknik açıdan yanlış bir karar olduğunu vurgulamak ve hatta kimi yazılarda gördüğümüz gibi yol göstermek, “Hayır canım Cumhurbaşkanı Kararı ile sözleşmeden çekilemezsiniz, kanun çıkarmanız gerekir. Bu sözleşmeden ancak Meclis çekilir.”  mi demektir? Bu da en az diğeri kadar boş gösteren bir hukuk bilgisi içermez mi? Velev ki usulüne uygun, tüm şekli kurallara riayet edilerek Sözleşme’den çekildiler, biz bunu kabul mu edeceğiz yani? Sözleşme’nin ne olduğu, neye dair olduğu konuşulmadan, sadece hukuk terimleriyle bu işin altından kalkılabileceğini bize kim söyledi? Hukukçular mı? Siyasal iktidar mı?

Pınar Öğünç çok haklı bir soru olarak soruyordu bunu:

“Neden bu kadar fazla hukuktan konuşuyoruz? Bu kadar fazla hukuktan konuşulan, bu kadar fazla hukuk tartışılan bir ülke var mıdır acaba? Size de tuhaf gelmiyor mu, işimiz, merakımız bu değilse, hasbelkader bir sefer, iki sefer mahkemelere işimiz düşmediyse, biz sıradan faniler olarak neden bu kadar fazla hukuk terimi biliyoruz?”[3]

Söylemeye çalıştığım şey şu, İstanbul Sözleşmesi, Danıştay’ın ya da başka birçoklarının zannettiği gibi salt bir hukuk tekniği meselesi değil. Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri’ne dair teknik bilgiyle çözülebilecek kadar basit de değil. Kadınların hayat hakkının, dünyada bir yer edinmeye dair bugüne dek verdikleri mücadelenin buna indirgenebileceği bilgisi nereden, nasıl bu kadar yaygınlaştı bilmiyorum. Ama sanırım bildiğim tek bir şey, meselenin hukukla sınırlı olmadığı. Hak mücadelesinden öğrendiğimiz şey zaten bu değil miydi: İnsan hakları pazarlık ve plebisit konusu yapılamaz.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’ydü. Bir pankartta şöyle yazıyordu: “Bu Devlet kadınlar öldürülürken, İstanbul Sözleşmesi’nden çıktı!!” Belki Cumhurbaşkanı Kararı’yla, belki Meclis onayıyla, belki uluslararası andlaşmalar rejimine uygun, belki değil… Şu doğru siyasal iktidarın, artık hiçbir usuli yazılı teamüle, kurala, ilkeye riayet etme kaygısı gütmeden, her şeyi sadece Cumhurbaşkanı imzasıyla yapabileceğine dair bu özgüveni, bu usul ve hukuk tanımazlığı, siyasal iktidarın kullanımı hakkında bir şey söyler. Ama kadınlar, siyasal iktidarın kullanımından daha fazla bir şeyi, bir adım ötesini açığa çıkarıyorlar her zaman: Velev ki usulüne uygun yapıldı, yetki şekle uygun kullanıldı, o zaman elimizdeki bu içerikle ne yapacağız?

25 Kasım da İstanbul Sözleşmesi de belki bu yüzden çok geniş pencerelerde havalandırıyorlar hayatı. Çünkü şunu söylüyorlar: Kadınlar dünyada yer ediniyordu, yerlerini kendileri kazıyordu, bir tür kadınlık ve kazma faaliyeti olarak. Ursula K. Le Guin’in çuvalı gibi diyelim… Fatmagül Berktay, bir epigraf olarak almıştı şu Emily Dickinson dizesini: “Cadının yokluğu, büyüsünü geçersiz kılmaz.” [4]

Ve belki büyüsü hâlâ sürüyorsa, cadının kendisi de oralarda bir yerlerdedir.


[1] Fatmagül Berktay, Düşünme Etiği, Metis Y., Kasım 2021.

[2] Nilgün Toker, Toplum ve Bilim’in Olağanüstü Zamanlarda Akademi’nin İmkânı sayısında anlattığı şeyi hatırlayalım: “Bourdieu, meslek olarak akademi dünyasının aslında bilgi ve sorumluluk ilişkisini koparan, bilgi ve yarar ilişkisini merkeze yerleştiren yeni bir antropoloji yarattığını söyler.”, s.11.

[3] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/pinar-ogunc/tek-mesele-ozel-yetkili-mahkemeler-mi-1169393/

[4] Fatmagül Berktay, a.g.e, s.30.