İnsan Nedir? (III)
Erdoğan Özmen

Yalıtılmış/tekil birey kavramını, verili ve sabit bir kendiliği ve çizgisel bir zamansallığı benimseyen, ve esas olarak intra-psişik (tekil bir ruhsallık-içi) alana yoğunlaşan bir psikanaliz anlayışının niçin anti-psikanalitik sayılması gerektiğinden söz ediyorduk. Ötekinin varlığını, onun benliği/beni (self/ego) kurucu etki ve özelliklerini dikkate almayan bu bireysel modelin müşkülat ve açmazlarından.  

Bu anlayışın makro düzeydeki karşılığı “toplum diye bir şey yoktur” diye ahkam kesen, ortaklığın, dayanışmanın ve kolektif gücün faziletlerini inkar eden, tam da farklılıklarımız yüzünden bizi sıkıca birbirimize  bağlayan bağların, beni inşa eden ortak bir dilin ve sözcüklerin gücünü yoksayan o bildik ideolojik tavır değil midir?  

İnsanlığı, ortak insanlık kaidesini bambaşka bir yerde arayacağız demek ki:

“Bir de arada bir, olasılıklarda bir patlama yaşanır. Bu kırılma anlarında insanlar, o zamana kadar var olmamış, en azından bir faili, kimliği ve etkisi olan bir varlık olarak var olmamış bir “biz”in parçası olarak bulurlar kendilerini; yeni olasılıklara ya da adil bir topluma dair o eski hayal birdenbire ortaya çıkar ve -en azından bir süreliğine- parlayıverir. Ütopya bazen hedefin kendisidir. Genelde anın içine gömülüdür ve izahı zor bir andır bu, çünkü çoğu zaman hiç getirisi olmayan ağır yaşam tarzlarını, ağız dalaşlarını ve nihayetinde hayal kırıklıklarını ve hizipçilikleri içerir -bir yandan da daha manevi unsurlar barındırır: kişisel ve kolektif gücün keşfi, hayallerin gerçekleştirilmesi, daha büyük hayallerin doğuşu, duygusal olduğu kadar siyasal da olan bir yakınlık hissi ve değişime uğrayan ve zafer sönümlendiğinde bile eski hallerine dönmeyen hayatlar.”[1]          

Demek Öteki'yle birlikte, bir “biz”in parçası olarak varoluruz. Böylece zamanı esneterek, kronolojik mantığı alt üst ederek demek ki. Bu, aynı anda hem kendi hem başkası olabilme, ötekine uzanma ve aynı anda kendine dönme imkanı, belki de hayat boyunca tartıp duracağımız ezel ebed sorunları, yalnızca kendiliğe/benliğe aitmiş gibi görünen tüm soru ve sorunları (kimliğime, kim olduğuma, erkek ve kadın olarak nasıl bir varoluşa sahip olduğuma, öteki cins ve otorite karşısında kim olduğuma ve nerede durduğuma dair tüm sorunları) o ilişkisel alana yerleştirme, orada formüle etme, bu müthiş kapasiteye sahip olma demektir.

Örneğin hayatın ilk dönemine, oral döneme ilişkin öfke, yoksunluk ve korkulardan, oral dönem travmalarından sakınmaya, kurtulmaya çabalamanın bir yolu da daha sonraki anal ve genital uğraşları zamanından önce geliştirmek, genital evreye vaktinden önce varmak, deyim yerindeyse ileriye doğru kaçmak, zamanda bir sıçrayış gerçekleştirmektir. Gerçi bunun bir de bedeli olacaktır: Bu bedel, genital dönem öncesi saldırganlığın genital uğraşları rayından çıkartacak, lekeleyecek denli bir yoğunluğa ulaşması, böylece ilk çabanın belki de akim kalacak olmasıdır.

Tarihteki devrimlerin ve devrimci öznelerin bağlamını da aynı biçimde düşünemez miyiz: fazlasıyla ileri gitmek, vaktinden önce varmak, zamanda bir sıçrayış gerçekleştirmek, bunu mümkün kılmak olarak. Şimdi bunları yazarken Şili, Allende, onun kahredici ölümü geliyor aklıma. Elli yıl sonra Gabriel Boric’in devlet başkanı seçilmesini, bir de demek ki vaktinden önce oluşmuş, erken varlık bulmuş ve vahşice bastırılmış olan olağanüstü güzel bir rüyanın geri dönüşü, yeniden sahnelenişi olarak düşünmekten söz ediyorum.   

Öteki ile birlikte varolmak, bir bakıma kendimden çıkmak, kendi kısıtlı varoluşumu aşmaktır. Var olmak aynı zamanda bir yerde bulunmak, belirli bir yere yerleşerek var olmak ise, söz konusu o yeri/uzamı/mekanı, kendi ikametgahımı eş zamanlı olarak yaratarak var olmak, orada ikamet etmek, yerleşmektir.  

Bir tür tefekkürden, kendine çekilmekten, kendine dönmek ve kendi üstüne kapanmaktan bambaşka bir şeyden söz ediyoruz şu halde.

İnsandaki mucizeden. İnsanın dairevi zamansallığı ve bunun imkan ve sonuçlarından. Suçluluk duygusunu düşünelim örneğin: Toplumsal/simgesel düzen ve yapı kolektif bir istikrarın temini için libidinal itkilerin dolaysızca ve ham halleriyle ifade edilmesini en nihayetinde kontrol etmek üzere vardır. Bununla bağlantılı olarak bir yandan da çeşitli dürtülerin yüceltilmesi (sublimasyonu) için bazı yol ve araçlar sağlar: süper egonun tesiisi aracılığıyla agresif dürtüler (belki de suçluluk duygumuzun en büyük kaynağı) süblime edilir. Ama bu diğer yandan daha fazla suçluluktan acı çekmemizle sonuçlanır, yani süper egonun inşasının bedelini daha çok suçlu hissederek öderiz.

Cesaretle ve tereddüde kapılmadan insanlık tarihinin olağanüstü bir anında olduğumuzu düşünelim: Kendimizi tanımakla, nasıl bir insanlık anlayışı ve kavramına sahip olduğumuzla kurtuluşumuzun bir ve aynı şey haline geldiği bir anda, cehennemi bir eşikte durduğumuzu. Düşebileceğimiz en geri seviyeye düştük, ya bunda ısrar edecek ve toplu bir mahvoluşa sürükleneceğiz ya da buradan sıçrayarak çıkacağız. Çünkü her mücadele gibi bu mücadele de “anlattığımız hikayeler ya da kimlerin hikayesinin anlatıldığı hakkında bir mücadele” olacak. Bir yanda insanı en derindeki ortaklaşmacı/dayanışmacı potansiyel ve kapasiteleriyle anlatan bir insanlık anlatısı diğer yanda çeşitli tezahürleri ve biçimleriyle sapkınlığı esas alan, vurgulayan, tetikleyen, kışkırtan, serbest bırakan, sapkınlığa yaslanan insanlık anlatısı.  


[1] Rebecca Solnit, Karanlıktaki Umut, çev: Şeyda Öztürk, Siren Yayınları, 2019, s. 24