Sakarya’da, Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi öğrencileri (ve edebiyat öğretmenleri) 21 Aralık Dünya Roman Kahramanları günü dolayısıyla bir festival düzenlemişler. Fotoğraflarına baktıkça içim açıldı, hangisinin hangi kahraman olduğunu anlamaya çalıştım. Dediklerine göre, iş kostümle bitmemiş, romanlar ve kahramanları üzerine tartışmışlar, mekânlar yaratmışlar…
Hangi yaşta olursa olsun, insanın romanlara, roman kahramanlarına ihtiyacı vardır. Ama tam da o çağlarda, ilk gençlik denen zamanda, büsbütün öyledir. “Gerçek hayat” ile romanları kıyaslayan palavralara kanmazsa, hayat hakkında, ilişkiler hakkında, kendi hakkında çok şey öğrenebilir onlardan. Hele iyi yazarlarla, iyi romanlarla karşılaşma şansı olmuşsa.
Kendine saygısı olan bir roman kahramanının on altı yaşındaki birine söyledikleriyle diyelim otuz yaşındakine söyledikleri aynı değildir. Genç olana “seyreltilmiş” versiyonu uygun görmüyorum, anlatmaya çalıştığım o değil. Tıpkı çocukken ya da gençken hayatın daha kolay olmadığı gibi, roman kahramanları da çocuklara ve gençlere daha basit hikâyeler anlatmazlar. Ama insanın dikkat kesildiği şeyler, yaşadıkça değişir- hepimizde aynı biçimde değil muhtemelen (öyle olsa ne sıkıcı olurdu); zamanla kimimiz kahramanları daha az dinleriz, kimimiz söylediklerinden çok söylemediklerine kulak veririz, bazılarımızın “kahraman repertuarı” daralır, gençken bayıldığı kahramanlara tahammül edemez olur... Bunda yılların geçip tecrübeler biriktirmemiz kadar, romanlardan öğrendiklerimizin de etkisi vardır herhalde. Bizi, zevkimizi, düşünme biçimimizi, dilimizi etkiler romanlar- varlıklarıyla ve yokluklarıyla!
Peki, acaba şimdi on altısında olmakla diyelim kırk sene önce on altısında olmak arasında bir fark var mıdır kahramanların bize anlattıkları açısından? Yani, Jane Eyre kırk sene önce bana anlattığını mı anlattı bu genç kıza? Edebiyat eserlerinin kalıcılığından bahsedenlerin kast ettikleri bu mu, dünya yıkılsa onu orada bulacağından emin olabilirsin gibi bir şey? Zaman Jane Eyre’e dokunmadan yanından geçip gider mi?
Bu tabii ki edebiyatla, ama aynı zamanda insanlık durumuyla, onun tarihselliği ile ilgili bir soru. Kaynanalar dizisiyle, Demirel/Ecevit ikilisiyle, İncili Kaftan ve Diyet hikâyeleriyle, enflasyonla, gecekonduyla, Orhan Gencebay ve Ajda Pekkan’la kuşatılmış birinin o tutkulu mürebbiyede görecekleriyle Tayyip Erdoğan’la, Twilight’la, iklim değişikliğiyle, TOKİ’yle, Ajda Pekkan’la kuşatılmış birinin görecekleri aynı mıdır?
Burada elbette bir “alımlama” meselesi var; farklı sınıflar ve cinsiyetler kadar, farklı kuşakların aynı metni farklı biçimlerde algıladıklarını biliyoruz. Ama bir o kadar önemlisi, farklı kuşakların “duygu yapılarının” biçimlenmesinde bu metinlerin etkisi.
Edebiyatın bize ne yaptığını, bizim onunla ne yaptığımızı anlayabilmek için, çevremizi saran bütün diğer şeyleri hesaba katmak gerek. Bu sebeple, yüksek kültür/popüler kültür ayrımına itirazın tek gerekçesi seçkincilik olamaz- kim Ajda Pekkan’dan muaf olacak kadar seçkin olabilir ki?! Popüler kültürün egemen duygu yapısından yalıtılmış bir okuma mümkün mü? Ve bizi kuşatan şeyler sadece kültür ürünleri midir?
Kültürel çalışmalara dönük bütün sağ ve sol eleştirilerin yaptıkları şey, yani bu işi “tv karşısında doktora tezi yazmak” (Terry Eagleton’ın iğneli alaycılığıyla ifade edildiğinde çok da ikna edici, kabul etmek lazım!), ya da “kültüre çekilmek” olarak küçümsemek, buradaki büyük potansiyeli hafife almaya yol açıyor. Anlama ve yorumlama potansiyelini.
Roman Kahramanları Festivali beni bu yüzden heyecanlandırdı sanırım, meraklandırdı; bizim kuşağın da tanımış, sevmiş olduğu kahramanlar acaba bu genç insanlara ne söylüyorlar? Muhtemelen bize söylediklerini değil, dünya değişti, genç olmanın anlamı değişti çünkü. Ama işte, orada, ışıltısını kaybetmemiş bir Jane Eyre duruyor. Onlara da söyleyebileceği bir şeyler var belli ki.
Ulus Baker, "Ignaramus" başlıklı harika bir yazısında, rüyaların ve fantezilerin “şahsi” sınırların ötesine geçen varlıklar olduklarından bahsetmiş ve demişti ki, “Rüyalar ‘üretilmeli’ ve toplumsal- siyasal dünyanın düzeneklerinin içine dahil edilmelidirler.” Bizi kuşatan bütün o “şeyler”den başka, maruz kaldığımız değil, ürettiğimiz rüyalar. Böylece, bizi biz yapanlar yalnızca o “şeyler” değil, ürettiklerimizdir de. Raymond Williams, ta 1954’te, o şeylerle bizim ürettiklerimiz arasındaki karmaşık ilişkiyi kavrama iştahıyla kurmuştu Kültürel Çalışmalar Okulu'nu. Şimdi, elli yıl sonra, kültürün siyasetten, ekonominin fanteziden nasıl ayrılacağını bilemezken, roman kahramanlarının anlattıklarıyla birleşen ve ayrılan farklı kuşakların birbirlerine anlatacakları rüyalar yok mudur?