Önümüzdeki Düğüm
Ömer Laçiner

En geç 2022’nin sonbaharında bir genel seçime doğru gittiğimize kesinleşmiş gözüyle bakabiliriz. Öyle anlaşılıyor ki; Ağustos’tan beri oynanan “dolar kuru oyunu”, AKP-MHP ittifakının bir ekonomik iyileşme havası yaratıp bunun rüzgârıyla iktidarını korumaya dayalı hesabının ilk adımı idi. Her ne kadar bu oyunun sonunda TL %30 değer kaybetmiş ise de, iktidar borazanlarının bu sonucu bir zafer kazanılmışcasına övebilmelerine siz “pes yahu” diyebilirsiniz ama iktidar cenahı şimdi herhalde ikinci adımın hazırlığına girişmiştir bile. Bu adım ise, erken seçim kararının iktidar her bakımdan köşeye sıkıştığı için değil, tam tersine seçimi kazanacağı, dahası kazanması gerektiği için alındığına dair bir algı yaratmayı hedefliyor olacak. Ve sanırız en geç ilkbaharda bu algının oluştuğu farz edilerek seçim kararı verilecek.

Böylesi bir “akıl yürütme”nin neresinden baksanız “dökülüyor” olmasını bir yana bırakın; AKP-MHP ittifakının başka çaresi var mıdır ki? Kaldı ki bu ittifak, özellikle de iki lideri, bilhassa şu son iktidar dönemlerinde hemen her türden konuda/sorunda kendi faraziyelerini, beklentilerini gerçek, gerçekleşecek saymanın müptelası haline gelmediler mi? Bu dönem boyunca titizlikle planlandığı söylenip iddialı hedeflerle başlatılıp da fiyaskoyla dağ fare doğurdu ile bitmemiş iktidar hamlesi olmayabilir ama can havline kapılmış AKP-MHP liderliğinin bunu görme ve kabullenmesi de mümkün değil. O bu can havli psikolojisiyle gidebildiği yere kadar gitmeye mahkûm görünüyor.

Onları “anladık” diyebiliriz de, bu ittifakın hâlâ %35-40’lık bir oy desteğini koruyabiliyor olmasını da bir kenara koyamayız. Gerçi burada Türkiye’ye özgü bir garabetten bahsetmediğimizi, dünyanın bütün toplumlarında aşağı yukarı bu oranda bir toplum kesiminin durum ve gidişat ne olursa olsun –kabaca sağcı diyeceğimiz– siyaset ve kadrolara desteğini sürdürmesi gibi genel geçerliliği olan bir olgudan söz ettiğimizi biliyoruz. Kaldı ki bu kesimin çoğunluğunu özellikle radikal sol denilen eğilimlerin bilhassa “kurtarmak” istediği kategoriler   oluşturuyor. Günümüz sanayi toplumlarında 20. yüzyılın başlarına kadar sol-sosyalist hareketlere giderek genişleyen bir destek verme eğilimi gösteren işçi, küçük köylü, yoksul kitlelerinin o yüzyılın ilk çeyreğinde asla azımsanmayacak oranlarda aşırı sağ-faşist, ırkçı- hareketlere yönelebiliyor olmalarıyla çarpıcı biçimde kendini gösteren bu olgu, günümüze kadar kısmi gerilemeler dışında sürekliliğini korumasının yanısıra son on yıllarda ivme kazanmış gibi de görünüyor. Bu toplumlarda sol denilen partilerin giderek tamamen bölüşüm/gelir adaletsizliği sorunlarına, hak ve özgürlüklerin korunmasına odaklanmalarına rağmen işçilerin ve yoksulların desteğini yeniden kazanamamaları, buna mukabil ABD'de Trump’ın, Britanya’da Brexit’in, Kıta Avrupası’nda neo-faşist akımların aynı kesim içindeki genişlemesinin devamlılığı son derece ciddi bir sorun sayılmalıdır. Bu olguyu sol iktidarların vaatlerini gerçekleştiremeyişleriyle, kurulmuş “sosyalist rejim”lerin yarattığı düş kırıklığı ile açıklamak sığlığa, kolaycılığa kaçmak olur. Çünkü bu konu sol yaklaşım dediğimiz şeyin ta en başından kurucu argümanlarından itibaren yeniden ele alınmasını, sorgulanmasını gerektirecek kadar köklü ve ciddi bir sorundur. Bu sorgulamayı yapmaktan kaçındıkça ve yepyeni bir perspektif ortaya konulmadıkça; ne dünyanın ne de Türkiye’nin geleceğinde solun yeri kesinlikle olmayacaktır.

Yeni bir perspektif demişken bunun temeliyle doğrudan değilse bile dolaylı olarak gayet ilgili bir soruyu da önümüze koyabiliriz. Az önce bahsettiğimiz Türkiye’deki durumla da bağlantılı bir soru bu. Şöyle özetleyelim: Sol sıfatlı partilerin işçi ve yoksullar nezdinde destek kayıplarını iktidar performanslarına, kurdukları rejimlerin çökme nedenlerine bağladığımızda neden aynı sonucun sağ parti ve rejimler için pek de geçerli olmayışı üzerinde kafa yormuyoruz? Nitekim, bütün dünyada ve Türkiye’de iktidarı bırakın başarısızlığı, rezalet sahneleri ile sona ermiş sağ partiler, dağılıp gitse hatta iktidarı bir sol partiye bıraksa bile çok geçmeden yerini bir diğer sağ parti alabiliyor ve bu kez o iktidara gelebiliyor. Sağın kurduğu toplumsal-ekonomik düzenler ağır krizlerde çökseler bile yerlerine yeni bir sağ düzen pekâlâ kurulabiliyor ve ardında belki eskisinden bile geniş ve kararlı bir toplumsal destek bulabiliyor.

Buradan hareketle genelde sol ve sağ dediğimiz perspektiflerin kökenleri itibariyle farklı oldukları tespitine varmamız bir soluklanma noktası sayılmalıdır. Oradan bakıldığında sağcılığın köklerinin insani-toplumsal varoluşumuzun en dip tabakalarına uzandığını, bir canlı, organizma olmamıza tekabül eden, yani doğal ihtiyaç ve güdülerden beslendiğini, buna mukabil solun köklerinin çok daha üstteki bir düzeyden, insan olarak istisnai bir varlık olduğumuzu, bizi diğer canlılardan nitelikçe farklı kılan vasıflara, kapasiteye sahip olduğumuzu sezmemizle birlikte teşekkül eden/ettirdiğimiz bir “tabaka”dan türediğini göreceğiz. Dolayısıyla solun insan olmanın, insanlık bilincinin, daha dipten gelen “doğal”lıktan beslenen kökleri alt etme, onlara egemen olma mücadelesi bir retorik cila değil tarihsel gerçekliğimizin en özlü ifadesidir.

Bundan dolayıdır ki Aralık sonuna gelinirken Recep Tayyip Erdoğan’ın dolar kurunun fırlamasında birincil neden olan inadından geri adım atmasını sanki büyük bir iyilik yapmış, bir zafer kazanmışcasına sokağa dökülüp alkışlayan –AKP'nin açık ara en çok oy aldığı– illerin ahalisini resmi muhalifleri gibi öfke ve aşağılamayla değil, kaygılı bir acımayla düşünmeliyiz. Onların daha üç gün öncesinde “bu gidiş nereye” diye kara kara düşünürken galiba kurtulduk moduna bu kadar kolay ve zerre düşünmeden geçebilmelerini ve bunun benzerlerinin defalarca yaşandığını da dikkate almalıyız. Bu kitle daha bir ay öncesine kadar iktidar borazanlarının yıllardır Türkiye’ye, Erdoğan rejimine karşı yapılan her tür fenalığa yataklık yapmakla suçlayıp lanetlediği Birleşik Arap Emirliği’ne şimdilerde yaltaklanır hale gelinmesini işin ucunda para olduğu için normal sayabildiği gibi, örneğin ABD’yi hem Türkiye’nin baş düşmanı addedip hem de onun en ufak bir iltifatından mest olabilmek gibi iki zıt tavrı alabilme riyakârlığı ile pekâlâ yaşayabilmektedir.

Kimlik bilinciyle, kendilerini AKP ile özdeş saymalarına dayalı bir aidiyet duygusunun gücüyle açıklamak yetmez bu olguyu. Çünkü kimliklerin bağlayıcılığı iç tutarlılığı ölçüsündedir. Dolayısıyla bunca çelişkinin sorun edilmemesi, bu denli edilginleşmiş olmak ancak sürü psikolojisinin nüfuz etme derecesi ile izah edilebilir. Duydukları ve gördüklerini bir mantık süzgecinden geçirme yetisi körel(til)miş, sebep ve sonuç arasında illiyet bağı kurmayı boşlamış, davranışlarını ilkel güdü, korku ve endişelerinin tahrikine bırakmış olma halini ifade eden sürü psikolojisi; kesinlikle söyleyebiliriz ki önümüzdeki seçim döneminde AKP-MHP ittifakının başlıca, hatta yegâne kozu, silahı olacaktır. Bu seçim döneminde muhalefet iddia ve önerilerini istediği kadar sağlam veri ve kanıtlara dayanarak ileri sürmüş olsa bile, AKP-MHP liderliği bunlara usulünce cevap vermeyi tamamen öteleyip, yapılan ve söylenenleri sürü psikolojisini tahrik için nasıl kullanabileceğine odaklanacaktır. Son yıllarda “beka sorunu” gibi sürü psikolojisinin merkezindeki güdüyü her vesileyle tahrik etmeyi kendi normali haline getirmiş bu kadro, kaybetme ihtimalinin en yüksek olduğu bir seçime giderken bu tür tahriklerin miktar ve dozunu arttırmanın yanısıra, sürü psikolojisini oluşturan diğer güdü ve korkuları tahrik etmeyi de elbette ihmal etmeyecektir. Buradan çıkarmamız gereken sonuç, önümüzdeki dönemde artık rutin haline getirilmiş olan parti-devlet güçleriyle icra edilen baskı ve zulümlerin yanısıra AKP-MHP’nin kitlesel desteğinin kolayca içine girebildikleri sürü psikolojisi doğrultusunda –yani linç “kültürü”ne gayet açık biçimde– harekete geçirilmesi ile de sık sık karşılaşabileceğimizdir.

Fakat AKP-MHP liderliği bunun da yetmeyebileceğini görüyor olmalıdır. “Yandaş” anketlerin bile göstermek zorunda kaldıkları aleyhteki farkı kapatmanın en elverişli yolunun sürü psikolojisini muhalefet odaklarına ve destek kitlesine sirayet ettirmekten geçtiğinin de farkındadırlar. Yani kendi “sürü”lerini güdülemekteki “başarı”ları, karşı taraftakilerin de bir –düşman– sürü olduklarını ikna becerilerine, daha fazlasıyla da o tarafın buna müsait bir söz ve davranış rotasına girme derecesine bağlıdır. Dolayısıyla AKP-MHP liderliği “kararsız”ları kendi safına çekmek ve muhalefete kaymış eski seçmenlerini yeniden sürüsüne katmak için bu yolu mutlaka deneyecektir.

***

AKP-MHP ittifakının seçimi yaptırtmama ihtimalinin –zayıflamış olsa da– hâlâ var olduğu, kaybederlerse silinip gitme tehlikesiyle baş başa kalacaklarını bildikleri ve şu anda kaybetme ihtimallerinin daha güçlü göründüğü bir sürece giriyoruz. Karşımızda zaten kırıntı, enkaz düzeyinde sahip olabildikleri izan, insaf ve vicdan duygusunu kökten kazıyıp atmış, zulmetmeyi, hak çiğnemeyi, kindarlığı marifet ve övünç gerekçesi sayma derekesine düşmüş bir iktidar ve bu haliyle ona destek olmayı sürdüren asla azımsanmaması gereken büyüklükte bir kitle var. Seçim dönemlerinin tarafları birbirlerinden olabildiği kadar uzakta, hatta sırt dönmüş “normal” hayatlardan çıkarıp, yakın temasa, karşılaşmalara ve birbirini “tartmaya” sürükleyen ortamına girildiğinde neler olacak? Olacakların bir kısmı “karşımızdaki”lerin inisiyatifiyle gerçekleşeceği için maruz kaldığımız davranış karşısında kendimize yakıştırdığımız bir reaksiyon olabilir ancak. Ama bunların mümkün olduğunca az ve sınırlı olabilmesinin ilk ve vazgeçilmez koşulu reaksiyona değil kendi aksiyonumuza yoğunlaşmak, kendimizi böylece nasıl daha iyi ve etkili biçimde ifade edebileceğimizi kararlaştırmaktır.

Muharebelerin başlamasından önce yapılan manevralar, rakibi onun için dezavantajlı, en kullanışlı silahları için elverişsiz bir alanda çatışmaya mecbur kılmak için yapılır. Rakibin mecbur edildiği yer öteki taraf için avantajlı, yeteneklerini göstermeye elverişli olduğu ölçüde “zafer” de güvenceye alınmış demektir. 

Siyasal mücadeleler için de birebir geçerli bir kuraldan, bir dersten söz ediyoruz. Önümüzdeki, Türkiye’nin geleceği açısından son derece kritik, hayati öneme sahip mücadele, ya AKP-MHP cenahının toplumu sürü psikolojisinin içerdiği ilkel güdülerle kolayca seferber edebildiği bir zeminde cereyan edecek; ya da muhalefet o sürüyü bile, insanî vasıflarımıza sahip çıkma çağrısına kulak verecekleri bir alana çekebilecek.

Düğüm bu sorunun fiili cevabıyla çözülecektir.