Utanç Kaybı ve Sapkınlık
Erdoğan Özmen

Bir yanda insanı en derindeki ortaklaşmacı/dayanışmacı potansiyel ve kapasiteleriyle kavrayan bir insanlık anlatısı, diğer yanda çeşitli tezahürleri ve biçimleriyle sapkınlığı esas alan, vurgulayan, tetikleyen, kışkırtan, serbest bırakan, sapkınlığa yaslanan insanlık anlatısından söz ediyorduk.

Bir yanda kendini köken ve kader ortaklığı olarak tanıyan ve tahayyül eden bir insanlık anlayışı, diğer yanda kaba bir güç/iktidar arzusunun güdülediği sapkın ruhsallığın çeşitli temsilleri. Söz konusu sapkın ruhsal yapıya özgü semptomların ürkütücü yaygınlığı: Utanmazlık ve yüzsüzlüğün, nezaketsizlik ve hoyratlığın, iktidarı ve gücü başkaları üzerinde ve keyfince kullanabiliyor olmaktan alınan zevkin, başkalarının acı, güçsüzlük ve çaresizliğini seyretmekten duyulan haz ve keyifin, yalancılık ve sahtekarlığın, vicdan ve merhamet kaybının böylesine sıradanlaşması ve aşırılığı.

Utanmazlık ve yüzsüzlüğü, vicdansızlık ve merhametsizliği, yalancılık ve sahtekarlığı bir tür karanlık ve kötülüğe özgü gelip geçici ve rasgele fenomenler olarak değil sapkınlığın semptomları olarak kavramalıyız demek ki. Günümüzdeki bariz utanç kaybını, yüzün hiç kızarmayışını, hiç mahcubiyet duymamayı, sırıtarak yalan söylemeyi sapkın ruhsal yapı ve zihniyet ile bir arada düşünmeliyiz. Bir karanlıktan ve kötülükten bahsedeceksek bile, bunu yapısal düzeyde ve kendi bağlamına yerleştirerek yapmalıyız. Belki de bunların tamamı -temelde aynı fenomenin diğer yüzü olarak- sapkın ruhsallığa karşı geliştirilen, daha derindeki sapkınlığı aynı anda hem ifşa eden hem de görünmez kılan -bilinçdışı-savunmalardır. Sadece inkar etmeyi bilen, hakikatle ilişkisi inkar etmekten ibaret bir bilinçdışı zihnin tezahürleridir. Her seferinde daha da sefil örneklerine tanık olduğumuz, tarif edecek sözcük bulmakta güçlük çektiğimiz yüzsüzlük ve utanmazlık pratiklerinden, iktidara ve güce tapınma ayinlerinden ziyade, dikkat ve ilgimizi sapkınlığa yoğunlaştırmalıyız demek ki. Merakımızı asıl olarak sapkın öznelliğin ortaya çıkış ve  gelişim süreçlerine, bağlam ve dinamiklerine, böylesine genelleşmesi ve sıradanlaşmasının sebeplerine yöneltmeliyiz.

                                       ***               

Bu karanlık zamanlardan ancak asıl kökenlerimizden hareketle, kökenlerimizi yeniden ve güçlü bir biçimde hatırlayarak yeni bir insanlık anlayışı oluşturduğumuz, insanlığın tarihini yeni baştan yazdığımız ölçüde çıkabileceğiz demektir bu. Çürüme ve gerilemenin böylesine derinleşmesinin, bu “ümitsizlik” zamanlarının önümüze getirdiği olağanüstü bir imkan ve fırsat vardır burada.

Freud, “dürtünün sürekli ve kesin bir biçimde ego üzerindeki patojenik baskı/talebinden, bu dürtü talebinin kalıcı olarak ortadan kaldırılamayacağı ve sesinin yok edilemeyeceğinden…ancak dürtünün ehlileştirilebileceğinden, ego ile uyumlu hale getirilebileceğinden” söz eder.

Bu demektir ki, dürtünün talebi hiçbir zaman eksiksiz biçimde yanıtlanamaz. “Bedeni ruha takdim eden, bedeni ruhsal düzlemde dile getiren dürtünün” kaynaklık ettiği uyarım ve baskı varlığını sürdürür. Dürtünün gerçeğinin gösterenler/sözcükler tarafından bağlanarak “ehlileştirilmesi” sürecinde geride daima bir artık, kapanmadan kalan bir yarık kalacaktır. Bütün temsil çabalarının ıskaladığı bu fazlalık, demek temsilin/simgeselin açısından bir eksiklik olarak zuhur eden bu “şey” yüzünden bedenlerimiz ve Öteki ile olan meselemiz hiç bitmeden sürecek, bir özne olarak ortaya çıkışımız bu sonsuz süreç içinde/aracılığıyla gerçekleşecektir.

Zizek aynı süreci anlamaya ve tasvir etmeye çalışırken yazar aşağıdaki satırları:     

“Bir aşk mektubunda, mektubu yazan kişinin kendi meramını açık ve etkili bir biçimde ifade edememesi -bocalamaları, mektubun parçalı doğası, vesaire- başlı başına, ilan edilen aşkın sahici olduğunun kanıtı sayılabilir (gerekli ve tek güvenilir kanıt budur belki de): Demek, söylenmek istenen şeyin doğru düzgün söylenememiş olması sahiciliğinin göstergesidir. Eğer mesaj dümdüz bir şekilde iletilmiş olsaydı, bu, düpedüz planlanmış bir yaklaşımın parçası olduğu kuşkusunu uyandırırdı. Yahut, aslında yazarın kendisini veya yazısının güzelliğini aşk-nesnesinden daha fazla sevdiği, ve de aşk-nesnesinin narsisistik açıdan tatmin edici olan yazma faaliyeti için bir bahaneye indirgendiği kuşkusunu.”[1]

Buradan devam etmek üzere. 


[1] S. Zizek, Less Than Nothing, Verso, 2013, s.259 (Türkçe çevirisi: Çev: Erkal Ünal, Encore yayınları, 2015, s. 259)